Hüseyin'i tanıdığımda yirmili yaşların eşiğindeydim. O ise benden 5-6 yaş büyüktü.
Ankara'nın kenar mahallerinden birinde doğmuştu Hüseyin. Geçirdiği hastalıktan sonra tek bacağını kullanamaz olmuş hayata koltuk değnekleriyle devam etmek zorunda kalmıştı. Babasının sahiplenmediği Hüseyin'i mahallenin solcu abileri sahiplenmiş, bu sayede iyi bir tedrisattan geçmiş ODTÜ İnşaat'ı kazanmıştı.
Bir yandan siyasi mücadele, bir yandan okulun zorluklarıyla yaşarken piyango bileti satarak yaşamını sürdürürdü. Koltuk değnekleri üzerinde şahlanarak jandarma müdahalesine karşı duruşu hep akıllarda kaldı.
Daha sonra baskılara dayanamayarak okulu bırakıp yurtdışına sığınmacı olarak gitti. Avusturya'da bilgisayar bölümünü bitirdi, evlendi, çocuğu oldu, Türkiye'deki davalar düşünce ülkeye geri geldi, Datça'dan ev aldı. Aradan onca yıl geçtikten sonra ODTÜ'de başladığımız teşrik-i mesailerilerimiz Datça'da devam etti.
Başka bir kuşağın temsilcisiydi. Dünyayı gezmek istiyordu. Ona rotalar çıkarıyorduk, Avusturya'ya dönerken onca eşyanın arasına benim Tibet kitabını da koymuş ve okumak da gitmek gibi türünden bir şeyler söylemişti.
Hüseyin bir süredir amansız bir hastalıktaydı. Başından bu hastalık geçen biri olarak uzaktan da olsa neler yapabilirdim? Telefon görüşmelerinden anladığım çok acısı vardı. Bu acıları artık son buldu. Bir dönemin temsilcisilerindendi.
Bitiremeyecek olduğum romanımın kahramanlarından.
Bu dünyadan Hüseyin geçti.
Eğer buraya kadar okuduydanız başın sağolsun falan demeyin, bir şey demek zorunda değilsiniz, ama ben bugün dünyada yaşananlara karşı Hüseyin'in ruhuyla 'kahrolsun faşizm, yaşasın mücadelemiz' diyorum.
Yorumlar (0)