1981 sonbaharında Mülkiye’ye kaydolduğumda 12 Eylül ilk yılını tamamlamış, YÖK henüz kurulmamıştı. Dekan Cevat Geray’dı, kısa sürede keşfedeceğimiz üzere, öğretim üyelerinin sunum yapıp tartıştıkları Çarşamba Toplantıları Akademik Kurul Salonu’nda hala yapılıyordu. Mete Tunçay’ı ilk o toplantılarda mı gördüm, yoksa koridorlarda mı hatırlamıyorum, ama sakalları ve iri gövdesiyle heybetli bir görünüşü vardı ve her açıdan “büyük bir adam” hissi veriyordu. Üstelik, bu büyük adamlık hali, aynı yıllarda fakülte koridorlarında dolaşan, Mete Tunçay kadar iri, ama daha az sakallı olan İlber Ortaylı’nın edasındaki gibi gösterişli olma çabasından kaynaklanmıyordu, tam aksine -böyle denir mi bilemem ama- özseldi bana göre. Fakülteye biraz ısınınca, Mete Tunçay’ın heybetine, çapkınlığından Kemal Tahir’i eleştirerek öldürmesine kadar birçok öğrenci efsanesinin eşlik ettiğine de tanık oldum -Wikipedia’ya göre, Mete Tunçay bir akşam yemeğinde Kemal Tahir’in tarih anlayışına ağır eleştiriler yöneltmiş, o gecenin sabahında Kemal Tahir bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir.
O yıl, Mülkiye, hala fakülteye öğrenci kabul ediyor, öğrenciler ikinci sınıftan sonra bölümlere ayrılıyordu. Yabancı dille eğitim veren liselerden mezun olanlar, genellikle, yabancı dil sınavıyla öğrenci alan Uluslararası İlişkiler Bölümünü tercih ederken, Kamu Yönetimi ile İktisat ve Maliye Bölümleri tercihlere bağlı olarak not ortalamasına göre öğrenci alıyor, kalan öğrenciler de İşletme Bölümüne gönderiliyordu -işletme bölümleri, Dallas dizisinin ve Özallı yılların ardından, on yıl sonra ülkenin ve Mülkiye’nin en çok tercih edilen bölüm haline gelecekti.
Neyse, ilk birkaç haftanın ardından, Mete Tunçay’ın Büyük Amfi’de ikinci sınıfa verdiği Siyasal Düşünceler Tarihi (SDT) derslerini misafir olup dinlemeye başladım. İlk dikkatimi çeken sesinin tonu ve sakin konuşmasıydı. O heybetten Zeus’u andırır bir gök gürültüsüyle, yıldırımların eşlik ettiği bir öfke bekliyordum herhalde. Siyasal’ın Safa Reisoğlu ya da Mümtaz Soysal gibi en iyi ders anlatan hocalarından biri değildi, ancak anlattığı konuyu geniş bir genel kültürün ürünü olan bir bağlama yerleştirerek ve en çarpıcı yönlerini öne çıkararak anlatıyordu ve her dersinde, kendini kültürlü sanan benim gibi birine ne kadar az şey bildiğini, hatta hiçbir bir şey bilmediğini yeniden ve yeniden öğretiyordu.
Mete Tunçay ile -eğer öyle denirse-, asıl tanışmam SBF’nin kuruluş yıldönümü olan 4 Aralık 1981 akşamı oldu. Fakülteye birincilikle girdiğim için törene ben de davetliydim ve ödül alacaktım. Burada geniş bir paragraf açmam gerekiyor: Aslında birinci değil ikinci girmiştim. Birinci, o yıllarda İş Bankası’nın kuruluş yıldönümüne denk gelen sayıda (o yıl 57) en yüksek puanı alan öğrenciye verdiği para ödülünü kazanmak için sınava giren bir tıp fakültesi öğrencisiydi. İlk yıllarda fizik-kimya-biyoloji okuduğu için, fen sorularını benden çok daha iyi çözmüştü, ancak tıp öğrenimini yarıda bırakıp SBF’ye gelmemişti. Ben de bu sayede ikincilikten birinciliğe terfi etmiştim. O yıl öğrenci numaraları da yeni baştan verilmeye başlandığı için okul numaram da (2) idi. Büyük Amfi’de yapılan törende, bir dolma kalem setiyle, Seha Meray’ın Lozan Barış Konferansı ciltlerini ve Osman Olcay’ın Sevres Andlaşması’na Doğru kitabını ödül olarak verdiler -bu sayede Lozan Antlaşması’nın en azından ana kısmını okuyan nadir kişilerden biri oldum.
Amfideki protokol konuşmaları, mezuniyetinin kırkıncı yılını kutlayanların konuşmaları ve ödüllerin verilmesinden sonra kokteyl için Sütunlu Salon’a geçildi. Hayatımın ilk kokteylinde hocalar, kimi emekli, kimi görevde valiler, büyükelçiler ve yüksek bürokratlar arasında salondaki birkaç öğrenciden biriydim. Bir köşede Mete Tunçay, Ömür Sezgin ve Yavuz Sabuncu’yu görünce hemen yanlarına gittim ve bütün gece onların yanında bazen sohbetlerini dinleyip bazen de konuşmaya karışarak şarap içtim. Gece boyunca yanlarına başka hocalar da geldi gitti ve hepsi orada olmamı çok doğal karşıladı, ya da içtiğim şarapların etkisiyle ben çok bir şey fark etmedim. Yalnız bir öğrenciyle böyle bir ilişki kurmaları çok hoşuma gitmişti.
İkinci sınıfa geçtiğim 1982 yazında “Yüksek Öğretim Kanunu” çıktı ve aralarında Şevket Pamuk, Halil Berktay, Baskın Oran bulunduğu Dr. Asistanların çoğunun sözleşmeleri yenilenmedi. 1982-83 öğretim yılında fakülteye değil, bölümlere öğrenci alındı ve o güne kadar üçüncü sınıfa geçen öğrencilerin yaptığı bölüm seçme işini ikinci sınıfa geçen bizlerin de yapması istendi. Ben, en sevdiğim dersler o bölümde olduğu için, Kamu Yönetimi bölümünü seçtim. Zaten, Uluslararası İlişkiler Bölümünü seçecek kadar yabancı dilim yoktu, İktisat ve Maliye Bölümü’nün dersleri ise fazla matematik ağırlıklıydı. Yalnız, bu düzenleme yüzünden ders programları alt üst olmuştu ve bir sürü dersin dönemi kaymıştı. Bu nedenle Mete Tunçay’ın verdiği SDT dersini de daha öncekiler gibi iki değil bir dönem almak zorunda kaldık.
Dönemin sonuna doğru Sıkıyönetim Komutanlığı’nın emriyle hocalarımız atılmaya başladı. 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na atfen 1402’likler denen hocalarımızın arasına son hafta Mete Hoca da katıldı. O hafta derse Mete Hoca yerine Ömür Sezgin geldi ve sınav sorularını Mete Tunçay’ın hazırlayıp, kağıtları onun okuyacağını söyledi –(yıllar sonra, gene bir dönem sonunda bir KHK ile atılınca, hocalarımdan öğrendiğim gibi, ben de aynısı yaptım: Sınav sorusu hazırladım, sınav kağıtlarını okudum). O hafta hocalarımızın atılmasını protesto etmek için bir yemekhane boykotu yaptık; bunun sonucunda üst sınıflardan beş öğrenci arkadaşımız da okuldan atıldı.
***
Mete Tunçay atıldıktan bir süre sonra, bir yıl önce Yurt Yayınları’nın ilk kitabı olarak yayınlanmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931) kitabını aldım ve okudum. Sanırım benim -olduğu kadarıyla- tarihçilik anlayışımı belirleyen kitap o oldu: Her şeyi en ince ayrıntısına kadar araştırmak; belli bir sonuca varmak için değil, gerçekte ne olduğunu öğrenmek için her şeye bakmaya, hiçbir olguyu gözden kaçırmamaya çalışmak; ayrıntılı ve bol dipnot kullanmak. Ancak, hiçbir zaman Mete Tunçay’ın sahip olduğu geniş kültüre sahip olamadığım için onun olgulara dayanan yorumlarının inceliğine ulaşmayı hiç başaramadım. 1983’te çıkan Bilineceği Bilmek başlıklı makaleler derlemesini heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Mete Hoca daha sonra İletişim Yayınları bünyesinde Tarih ve Toplum dergisini yayınlamaya başlamıştı ve bu aylık derginin sadık bir okuru olarak her sayısını heyecanla beklediğimi, bir gün bu dergide yazma hayalini kurarak, merakla ve zevkle okuduğumu da hatırlıyorum.
Mete Hoca atıldıktan sonra bir süre daha fakülteye gelip gitmeyi, kütüphaneden yararlanmayı sürdürdü, ta ki atanmış Dekan Necdet Serin fakülteye girişini yasaklayana kadar. Sanırım bu yasak Mete Hoca’yı çok kırdı, 1402’likler döndüğünde o dönmedi, yalnızca istifa dilekçesini vermek için Evrak odasına uğradı.
***
Mete Tunçay ile daha sonra 1988 yazında karşılaştım. Dersim konusunu ele alan Yüksek Lisans tezimi yazmak için kaynak arıyordum, ancak Kürtler ile ilgili bütün kitaplar kütüphanelerden kaldırılmıştı. Katalogda olan kitaplara erişmek için Milli Kütüphane Müdürü ile bile görüşmüş ancak bir sonuç alamamıştım. Alaeddin Şenel, kendinde olan İsmail Beşikçi’nin Doğu Anadolu’nun Düzeni’ni vermiş, ayrıca Mete Tunçay’dan benim adıma bir randevu almıştı. Mete Hoca’nın Çankaya’daki evine gittiğimde beni karşısına oturttu ve önce bu konuyu neden seçtiğimi sordu. Bir süre önce sıkıyönetim kalkmış, yerine olağanüstü hal ilan edilmiş ve Kürt şehirlerini kapsayan Olağanüstü Hal Bölge Valiliği kurulmuştu. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin “sürgün ve sansür” diye tanımlanan ve “SS” olarak adlandırılan kararnamelerine karşı güçlü bir itiraz vardı. Süleyman Demirel de bu tartışmalar sırasında “Türkiye artık Tunceli kanunlarıyla yönetilemez” demişti. Bu söz üzerine Tunceli kanunlarını merak ettiğimi ve kanunları okuyunca bu konuda tez yazmak istediğimi anlattım. Ardından “Türkiye’de en çok Kürt nerede yaşıyor” diye sordu. Biraz düşündükten sonra “İstanbul’da herhalde” dedim. “Aferin” deyip kitaplardan çok bir şey bulamayacağımı söyledi. İsmail Beşikçi’nin iki kitabını verdi, başka birkaç kitap tavsiye etti ve asıl gazeteleri taramamı önerdi. Bütün yasaklara, sansüre rağmen gazetelere iyi bakılırsa her zaman bir şeyler bulanabileceğini söyledi, ya da sonradan ben öyle dediğini yakıştırıyorum. Çünkü YL tezimi dönemin gazeteleri ve TBMM Zabıt Ceridesi’ni kullanarak yazdım, aynı yöntemi doktora tezimi yazarken de sürdürdüm.
Bu arada, Alaeddin Şenel’in anlattığından hatırladığım kadarıyla, İsmail Beşikçi’nin Ankara Üniversitesi’ne geri dönüşünün görüşüldüğü Senato toplantısına İsmail Beşikçi’ye destek olmak için Mete Tunçay ile Alaeddin Hoca birlikte gitmişlerdi.
***
Mete Tunçay daha sonra İstanbul’a taşındı ve uzun süre iletişimim olmadı. Mete Tunçay, bu arada Tarih Vakfı bünyesinde Toplumsal Tarih dergisini çıkardı, çok sayıda yeni çeviri yaptı ve Bilgi Üniversitesi’nin kuruluşunda görev aldı. 2003 sonunda, Tarih Vakfı adına Orhan Silier lise eğitiminin dört yıla çıkarılmasına paralel olarak müfredata “20. Yüzyıl Türkiye ve Dünya Tarihi” adında bir ders konacağını öğrendiklerini, vakfın o güne kadar hep MEB’i eleştirdiğini, bu sefer fırsattan yararlanarak MEB’in önüne olumlu bir örnek koymak istediklerini söyledi ve benden bu ders için bir kitap yazmamı istedi. Bu vesileyle, toplantılar için İstanbul’a ve Tarih Vakfı’na gidip gelmeye başladım. Bu toplantılarda zaman zaman Mete Tunçay ile karşılaştım ve sohbet ettik. Öyle ki, Gökçen Alpkaya ile ortak yazdığımız 20. Yüzyıl Türkiye ve Dünya Tarihi ders kitabının tanıtım toplantısında kitabın sunuşunu Mete Tunçay yaptı. Bu sırada biz ders kitabını, başka bir ekip de dersin öğretmen kitabını yazmış ve Tarih Vakfı basmıştı ama sonuç beklenenin tam tersi yönde oldu. Henüz ders müfredatını çıkarmamış olan MEB, gayriresmi biçimde bu kitabın uygun olmadığını bildirdi; MEB adına müfredatı hazırlamakla görevlendirilen ekip bir türlü müfredatı hazırla(ya)madı ve sonunda dersin genel lise programından çıkarılarak yalnızca Sosyal Bilimler Liselerinde (ki o sırada yanlış hatırlamıyorsam Türkiye’de yedi taneydi) okutulmasına karar verildi.
Yanlış hatırlamıyorsam, (ki sık sık karıştırırım) bu kitaptan sonra da Tarih Vakfı ile bir süre daha yakın ilişkim oldu ve Vakıf ile ilgili bir iki toplantıya katıldım, bu toplantılarda da Mete Hoca ile sohbet ettim. Yalnız, bu sohbetler birinde Abant Toplantılarına neden katılmadığımı sorması biraz canımı sıktı.
***
Mete Tunçay, bence, kavramın olumlu anlamında bir Liberal idi, tıpkı Marx’ın İngiltere’den kovulmak istenmesine karşı çıkan John Stuart Mill benzeri bir liberal. Sorunları tartışarak suhuletle çözmekten yanaydı ve şiddet içeren her düşünceye karşıydı. Benim bu tartışılacak yorumum yanında, tartışılmayacak bir yönü ise çok iyi bir hoca olduğuydu. Siyasal düşünürlerden yaptığı binlerce sayfa çeviri, dönemin yeni düşünürlerini tanıtma gayreti hep iyi bir hoca olma çabasının sonucuydu. Kaynakların herkesçe erişilir olması ve asıl kaynağa ulaşan herkesin kendi yorumunu geliştirmesi, yani öğrencinin ezberciliğin ötesine geçmesi asıl amacıydı, sanki.
Tarihçiliğine gelince, bence o hala aşılmamış durumda.
Yorumlar (1)
derya deniz
1 gün önce / 21.08.2025Öyle ya da böyle, Türkiye düşün tarihi açısından büyük kayıp. Öznel bir yazı demişsiniz ama nesnellikten uzak kalmamak için de elinizden geleni yapmışsınız. Teşekkürler.
Beğendim 1 | Beğenmedim 0 | Cevapla