Türkiye’de neoliberal dönüşümün hem bir başlangıç hem de bir sıçrama anlamında eşiği olan 70’ler sonu ile 80’ler boyunca, Türk burjuvazisi tek bir bürokratın şahsında cisimleşecek olsaydı, bu su götürmez şekilde Turgut Özal olurdu.
Özal, neredeyse bir ‘takunyalı’ olarak kodlandığı ve daha sonra varacağı liberal ANAP menzilinden daha koyu tonda bir İslami figür olduğu DPT müsteşarlığının ilk döneminde de gerek Demirel hükümeti gerekse sanayi burjuvazisinin talep ve yönelimleriyle uyum içindeydi. Ama 24 Ocak kararları ve 12 Eylül cuntasının ülkenin başına çöreklenmesiyle birlikte başka bir role büründü. 1983-1991 arası başbakanlık ve 1993’teki ölümüne dek süren cumhurbaşkanlığı görevlerinde Türkiye egemen sınıfları için kalıcı, cüretkâr ve tarihsel bir figür, bir tür maskot oldu. Nakşibendi bağlantılı bir muhafazakâr, Reagan-Thatcher doktrinine iman etmiş bir neoliberal, askeri diktatörlüğün emrinde bir despot, işçi sınıfına ve tüm emekçi halka taarruzda burjuvazi için bir kurmay subay…
Özal, özelleştirme konusunda umduğu hızda ilerleyemedi. Özellikle 1989’dan itibaren işçi sınıfının gösterdiği direnç, büyük özelleştirme furyasının önüne geçti. Ama toplumun birikimlerini, kamu iktisadını özelleştirme konusunda yaya kalan Özal rejimi, bürokrasi ve siyasetin özelleştirilmesi konusunda koşar adım ilerledi. Devlet, genişleyen sermayenin bir müstahkem mevkii olarak restore edilirken, yürütücüler, önemli bir kısmı sermayeyle organik bağlantı içindeki kimselerden oluşan şirket profesyonellerine dönüşmeye başladı. Gerek parlamentoda gerekse devlet aygıtının tüm damarlarında, siyasal-ekonomik seçicilik ve sınıfsal aidiyet/biat ile oluşan personel bu nitelikteydi. Yani yasama ve yürütmenin yanı sıra yargıda da ‘norm’ yerine öznel tercihlerin meşru olarak öne çıktığı, tüm bu alanların bir nüfuz ve ayrıcalık kaynağı olarak yağmalandığı yeni tipte liberal bir devlet inşa edilmeye başlandı. 80’li yılların Özal ekonomisinde gerek mevcut sermaye kesimlerinin gerekse yeni ‘girişimcilerin’ zenginleşmesinde verimli bir kuyu olarak aralıksız su çekilen ‘hayali ihracat’ fenomeni de bu koşullarda ortaya çıkabilmiştir.
Ülkemizde ‘çete’ kavramının, daha sivil bir çerçeveyi ve sokak tabiatını ifade eden kabadayılık —ve hatta mafya— kavramının yerini almaya başlaması da tam bu döneme tekabül eder. Artık doğrudan devlet içine uzanan kanallara sahip, hatta bizzat devlet içinde konuşlanmış çetelerin türemesi, ‘milli güvenlik’ başta olmak üzere çeşitli gerekçeleri araçsallaştırarak kimi zaman sözgelimi güvenlik bürokrasisinin yerine geçmesi bu sayede olmuştur.
Kaynak ve teşekkürler: BirGün Pazar ve Hakkı Özdal
Yorumlar (0)