Uzun süredir yazmak isteyip ertelediğim bir yazı bu. Sırrı Süreyya Önder’in ardından yazacağımı tahmin etmezdim, demek ki bazı satırları ertelemek doğru değilmiş. Şimdi de pek içimden gelmiyor doğrusu; bu yazının nedeni yazma hevesinden çok, bir şey söyleme ihtiyacı.
Sosyal medya devri bir âlem. Herhangi bir ideolojiye mensup herhangi bir yazar çizerin, siyasetçinin, bir yerlerdeki birkaç dakikalık konuşması ya da bir yazıdaki birkaç cümlesi alınıyor, yayılıyor ve ne o insan ne de konu hakkında fazlaca bilgi sahibi olan kitleler tarafından katrana bulanıyor. Koskoca ömürler, bir âna, bir satıra, bazen tartışmalı bir siyasi eyleme indirgeniyor.
Sırrı Süreyya Önder’in yıllar önce bir TV kanalında, kendi üslubunca “Cumhuriyetin ne hayrını gördük?” serzenişi etrafında söylediği bir şeyler var. Konuyu yazıp çizdi de. O birkaç dakika, belli aralıklarla internette yayılıyor, hastanede kaldığı günlerde de yapıldı. Herhalde birileri bir kez daha doya doya küfredebilsin ve ilkokul çağı cumhuriyet tarihi bilgisini cümle âlemle paylaşabilsin diye.
Sırrı beyin eleştirilerinde biraz kolaya kaçtığını düşündüğüm, tartıştığım yerler vardı. Buna mukabil, Önder’in eleştirilerinin, bu ülkede devletin gadrine uğramış -yalnızca Kürtlerin değil- çoğu muhalifin ve sosyalistin düşüncesiyle örtüştüğü de bir gerçek. Belli başlı toplum kesimlerinin çektiği sıkıntıların, yaşadığı acıların da cumhuriyetin 100 yıllık tarihine dahil olduğunu kavramak bir mesele belli ki. Sıradan bir idari ceza ile karşılaştığında çılgına dönüp ağzına geleni söyleyenler; bir ömür insanca yaşam mücadelesi vermiş, yıllarca cezaevinde yatmış, işkence görmüş ve yine de insanından ve toprağından umudu kesmemişlerin eleştirilerine en sert ve aşağılayıcı tepkiyi verebiliyor.
Bir anayasacıya “Cumhuriyet nedir?” sorusunu yöneltirseniz, size önce kitabî bir yanıt verir ve der ki, “Cumhuriyet, devlet başkanının soy esasına dayanmadığı, seçimle belirlendiği devlet biçimidir.” Yani, cumhuriyet, monarşi olmayan devlettir. Demek ki cumhuriyet bir devlet biçimidir. Ve demek ki, bildiğim kadarıyla Demirel’den miras kalan ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘ ifadesi, yanlış bir ifadedir; ‘pasta tatlısı’ demek gibi. Bir kez daha ‘ve demek ki,’ cumhuriyetten söz edenler, aslında bir devletten, Türkiye Devletinden söz etmektedirler. Ufacık çocuğum, birkaç yıl önce yolda yürürken gördüğü bayrağa bakıp, “Bak, cumhuriyet bayrağı” deyivermişti. Çocuk pratikliğiyle çok yerinde bir tanım yaptı.
Soruyu açarsanız, o anayasacı, anayasadaki temel ilkeler bahsine girer ve cumhuriyetin niteliklerini sayar; AYM kararlarına referansla, cumhuriyetin kuru bir sözcükten ibaret olmadığını, ancak ilkelerle birlikte düşünüldüğünde anlam kazanacağını dile getirir. Hatta belki, Ecevit’ten örnekle, “Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin Aşil topuğudur” bile der.
Yok eğer, “Boş ver akademik tanımları, anayasacılığın heyecansız dilinin dışına çık ve cumhuriyeti, bir başka söyleyişle yurttaşı olduğumuz Türkiye Devletini, siyasi tarihini göz önünde bulundurarak ‘iki sözcükle’ tanımla” derseniz, iş değişir. Önce en sevdiğim tanımı yapar, ancak bununla yetinmez ve hemen arkasından, bir isim üzerinden bir anımı aktarırım.
Sevdiğim tanım, “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” sözü. Mustafa Kemal bu ifadeyi, 1920’lerdeki bir Meclis oturumunda yetim çocuklar için sarf etmiş ve sonrasında daha kapsayıcı biçimde kullanılır hale gelmiştir. Güzel de bir söz hakikaten. Cumhuriyetin ‘cumhur’ kısmına, o cumhurun yoksun kalmışlarına vurgu yapar. Bana kalırsa geleceğe dönük insancıl bir umut da aşılar. Türkiye’de devletin/cumhuriyetin on yıllar boyunca iyi kötü fırsat eşitliği kanallarını açık tutmaya çalışmış olması azımsanacak iş değil. Diyeceğim, kıymetini bilmek gerekir. Fırsat konusuna birazdan döneceğim.
Ancak cumhuriyetin 100 yıllık tarihini, yalnızca bu tanımla kavramak mümkün ve gerçekçi değil. Genç cumhuriyetimizin bir de ‘Mehmet Ağar’ yüzü var. İsim vererek yazmaktan hazzetmesem de sembol haline gelmiş bir ‘figür’ü anmak herhalde yanlış olmaz. Cumhuriyet tarihinin bir başka, belki de en sarsılmaz yanı, hiç kimsenin çekmediği-çekemediği tuğla. O tuğlanın sağına soluna bakmadan bu devletin, yani cumhuriyetin tarihini ve niteliğini kavramak mümkün mü? Sol düşünceye bir yerinden temas etmiş ve bu soruya “Evet mümkün” diyecek kaç kişi çıkar?
Bir Mülkiye anısı anlatayım… Yıllar önce, rahmetli Kurthan (Fişek) hoca öğrencisi olan Ağar’ı lisans üstü dersine davet etmişti. Çok tepki oldu tabii, Leman’da karikatürü bile çıktı (Hoca o karikatürü duvarına astı). Kurthan hocayı kızamayacak kadar çok severdim. Bir sabah koridorda karşılaştık, ağzında sigarası. “Neden davet ettiniz?” diye sordum. Hoca, tanıyanların gayet iyi tahmin edebileceği estetik bir küfür savurdu, önce tepki gösterenlere burada yazmayacağım birkaç şey söyledi, ardından “Konumuz devlet, ben de devleti anlatsın diye davet ettim Mehmet’i” dedi. Anlatabildiğimi tahmin ediyorum.
Tohumları 1940’larda atılan, 1950’lerden itibaren yerleşmeye başlayan ve sonrasında on yıllar boyu resmî ideoloji mertebesine çıkarılan anti-komünizm konusuna girmeden cumhuriyet tahlili yapılabilir mi? Gökçer Tahincioğlu’nun kitabının başlığı, ‘Sabahattin Âli’yi Ben Öldürdüm’. Nasıl öldü büyük yazarımız? Şimdi dizelerini herkesin paylaştığı Nazım Hikmet neden özlemini çektiği çınar ağacına hasret gitti? Ne yapıyordu Moskova’da, tatilde miydi? Varlık Vergisi kimlerden tahsil edildi? 1955’in Eylül ayında olup bitenleri nasıl adlandırmalı? Üç siyasetçi asıldı bu ülkede. On yıl sonra rövanş tutkusuyla üç devrimci genç asıldı. Bu satırlar Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idam edilişinin yıldönümünde yazılıyor. Peki, Deniz Gezmiş idam sehpasında hangi cümleleri kurdu, neden üç cümlesinden biri ‘Türkler ve Kürtlere’ dairdi? Bunca insana kim işkence yaptı zindanlarda, kim yıllarca cezaevlerine kapattı, Fransızlar mı?
İslamcıların partileri, Kürtlerin partileri, komünistlerin partileri neden kapatıldı, siyaseti kim yasakladı bu akımlara? Sahi, 1983 yılında, darbeciler o yüzde 10 seçim barajını (hatta ilk halinde çifte barajı) ne düşünerek icat etti? Kürtlerin varlığı inkâr edilmedi mi? Dilleri yasaklanmadı mı? Kürtler ve sosyalistler, işkence tezgahından geçmedi mi? 12 Eylül’de yanlarına ülkücüleri katmadılar mı? Erdal Eren’in yaşı başka bir ülkede mi büyütüldü? Kenan Evren ve ‘dördü bir yerde’ başka bir devletin askeri miydi? Bugün hâlâ bir kışlada adı yok mu? Allah aşkına, o işleri Kenan Evren tek başına, kendi aklıyla mı yaptı? Bakın 1980 öncesi seçim sonuçlarına, kim nereden ne oy almış, sonra bugünkü manzaraya bakalım. Bu ülkenin insanı kimlerin marifetiyle sağcılaştırıldı? Halihazırda ‘büyük ölçüde’ 12 Eylül yasalarına muhatap oluşumuzun nedeni ne olabilir? Üniversiteler 12 Eylülcülerin aceleyle (Anayasa’dan önce) kurduğu YÖK tarafından yönetilmiyor mu? Aman efendim, hükümet ayrı devlet ayrı, öyle mi? İnsan şu tespitin ötesine geçemez mi, geçmemeli mi?
“Kürtlerin kimlikleri, varlıkları, dilleri inkâr edildi, olacak iş mi bu?” tepkisini gösterenlere ‘kimlikçi’ diyen bir zevat var ve maşallah, solculuk standartlarını belirleme işine memur atandıklarından olsa gerek canlarını sıkan herkese aynı sıfatları yakıştırıyorlar. “Köylüye dışkı yediren oldu yahu,” demek kimlikçilik, filan fıstık… O kimlikçi, bu liboş, beriki foncu… Neden? Kürt diyormuş, eşcinsel diyormuş, öf hakikaten, vallahi öf. Rahmetli annem, ‘Anan soğan baban sarımsak, sen nereden oldun gülbe şekeri’ lafını çok severdi.
‘Kimsesizlerin kimsesi’ faslına döneyim… Ben yoksul halkın vergisiyle, emeğiyle okudum ve borcum bu halkın çoluk çocuğuna. Ben insanım, devlet değil. Sakın küçümsemeyin bu cümleyi, yıllar boyu temel haklar anlattım, bu ülkede bir insana insan olduğunu anlatmak çok zordur. Bizde ahali kendisini devlet zanneder. Tâ ki devletle karşılaşana dek. Evet, beni halkın vergisi okuttu ve devlet işten attı. Devlet ve sermayedar hiç kimseye ekmek filan vermiyor, insanlar ekmeklerini, hak ettiklerinin çok azını kendi emeğiyle kazanıyor. Yurttaş dilenci mi ki birileri ona ekmek versin, alamadığı karşılıklarla ayakta kalmaya çalışıyor milyonlarca insan. Aksine, devletin ve sermayedarın varlığı halkın emeğine bağlı...
...
...
Okumak, öğrenmek, görmek, bilmek gerekir. Bir de haslet eklenmeli bunlara, anlamaya çalışmak. Öfkelenmeden, soğukkanlılıkla.
Bir Kürt’ün, Alevi’nin, gayrimüslimin, sosyalistin, Sünni Türk’ün, sermayedarın, emekçinin vb. cumhuriyet tarihine, devlete bakışı, baktığı yerden gördüğü farklıdır ve bu son derece olağandır. Hepimiz aynı hayatı yaşamıyoruz. Yaşam ve ülke herkese aynı kapıları açmadı, açmıyor. Açtığı kadarına, ahali minnettar. Son olarak, bıkmadan yinelemek isterim; biz insanız, devlet değil. Cumhuruz. Bir cumhuriyet çatısı altında, eşitçe, barış içinde, insan gibi yaşamayı talep edenleriz. Sırrı beyin söylediği de hayali de buydu, başka bir şey değil.
Yazının tamamını "www.diken.com.tr" web sitesinden Sırrı Süreyya Önder'in 'Cumhuriyet' eleştirisi üzerine… - Diken bağlantısını takip ederek okuyabilirsiniz...
Teşekkürler: Murat Sevinç ve diken.com.tr
Yorumlar (0)