Demokrasinin önündeki engel barış değil tabulardır!

Türkiye’nin gerçekten “laik, demokratik bir hukuk devleti” olması isteniyorsa... yapılması gereken, özgürlüklerin önünde engel olan statükoyu korumak ve bu gerekçeyle barışa karşı olmak değil, ulaşılmak istenen değerler için her alanda örgütlenerek mücadele etmektir. Unutmamak gerekir ki demokrasi mücadelesini nihayete erdirecek olan ezilen, ötekileştirilen, sömürülenlerin kendisidir!

Demokrasinin önündeki engel barış değil tabulardır!

PKK’nin silah bırakma ve fesih kararını açıklaması farklı kesimlerde farklı biçimlerde yankılandı. Bu beklenmedik bir durum değildi, 50 yılı aşkın geçmişi olan bir örgütün kendisini feshetmesi ve 40 yıldan uzun süren bir savaşın bittiğini ilan etmesini geniş bir kesim -temkinli de olsa- sevinç ve umutla karşılarken, bir başka kesim ise adeta eleştiri bombardımanına tuttu. Karara yönelik Kürtlerden gelen eleştirileri “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın gereği olarak Kürt halkının kendi iç meselesi kabul ediyor ve bu konuda herhangi bir yorumda bulunmuyorum.

PKK’nin kongre kararlarına ya da daha geniş bir ifadeyle barış sürecine ilişkin Türkiye tarafından gelen tepkileri ise kabaca iki gruba ayırmak gerekiyor. Bunlardan birincisini, 40 yıldır süren savaş ortamını kişisel olarak ya da mensubu oldukları siyasetin çıkarlarına aykırı olarak gördüğü için “barış” sözcüğünü duyduğunda bile irkilen, ikbalini halkların savaşına bağlamış olan kesimler oluşturuyor. Temsilcileri televizyonlarda yorumcu olarak sürekli boy gösteren bu gruptakilerin sayıları fazla olmamakla birlikte sesleri oldukça yüksek çıkıyor. Bunların gerçek dışı bilgiler üzerinden algı yaratarak, bilgi edinme kaynağı televizyonla sınırlı olan halkın önemli bir bölümünün kafasını karıştırmakta hayli mahir oldukları söylenebilir. İçlerinde emekli asker, profesör, gazeteci gibi sıfatlar taşıyanlardan oluşan bu gruba dahil olanların ıslah olmalarını dilemekten başka söyleyecek bir sözüm yoktur.

Gelelim Kürtler dışında toplumun geniş kesimini oluşturan diğer gruptan gelen tepkilere: Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devletin müesses nizamı Ermeniler, Rumlar, Alevilerle birlikte Kürtleri de ötekileştirmiş ve tüm ideolojik araçları ile ayrımcı, düşmanlaştırıcı bir propaganda yürütmüştür. Özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında Kürtlere yönelik inkar ve asimilasyon politikası ile bu propaganda çok daha etkili olmuş ve Kürt sorunu 40 yıldır devam eden çatışmacı bir sürece taşınmıştır. Bu bağlamda yıllardır süren tek taraflı propagandaya maruz kalarak milliyetçi, şoven duyguları kışkırtılmış olan bu kesimin bir anda algı dünyasının ters yüz olması beklenemez. Hele de demokrasi, hukuk, insan hakları gibi konularda mevcut iktidara yönelik güvensizliğin olabildiğince yüksek olduğu bir dönemde…

PKK açıklamasında, Kürt sorununun temellerinin Cumhuriyet’in kuruluşu ve ulus devletleşme sürecinde Kürtlere yönelik inkar ve imhayı da içeren Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’na dayandığı vurgulanmaktadır. Eleştiriler ve tepkiler de büyük ölçüde bu iki temel belgeye yapılan vurgu üzerine yoğunlaşmaktadır. PKK’nin açıklamasına karşı çıkanların yaygın olarak argümanı, “Cumhuriyet’in kuruluş senedi olarak kabul edilebilecek bu belgelerin burjuva demokrasisinin gereği olarak kabul edilen temel hakları -1.nesil haklar- sağladığı ve bu haklar sayesinde dil, din, mezhep, cinsiyet ayırmaksızın tüm halkların laik yurttaşlık temelinde eşit statüye kavuştuğu” kabulüne dayanmaktadır. Dolayısıyla bu belgelerin hedef haline getirileceği bir barış süreci, fiilen ihlal edilen laik, demokratik, hukuk devleti olma vasfını tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan yeni anayasa yapımı için AKP/Saray iktidarını cesaretlendirecektir. Böylece Kürtlere özgürlük sağlanırken otoriter rejim daha da güçlenecek ve diğer halklar var olan demokratik kazanımlarını da kaybedecektir!

Devletin resmi ideolojisine dayanan bu yaklaşım, Cumhuriyet ile demokrasi arasında hayali bir paralellik kurmakta, Lozan ve 1924 Anayasası’nı da bunun teminatı olarak kabullenmektedir. Cumhuriyet’le sağlanan temel haklar elbette önemlidir. Ancak bunlar burjuva demokrasisinin çerçevesi içinde bireysel hak ve özgürlükleri tanımlamaktan ibarettir; egemen sınıf ve onun siyasi iktidarı ile çıkarları çelişen geniş halk kesimleri için bu haklar kolektif haklar (örgütlenme, siyasi temsil, toplu pazarlık, grev vs) olmadan kullanılamaz. Kolektif hakların kazanımı ise ulus devletleşme sürecinde liberalizmi ve burjuva iktidarını dayatan düzene karşı örgütlü mücadeleyi gerektirir. Örgütlü mücadele olmadan bireysel haklar en mükemmel biçimiyle tanımlanmış bile olsa kâğıt üzerine yazılı ifadeler olmaktan öteye geçemez.

Lozan ve 1924 Anayasası, iddia edildiği gibi temel hakların yazılı olduğu bir belgedir, ama bundan daha fazlası değildir. Zira bu belgeler, temel hakların kullanılmasını sağlayacak olan kolektif haklara yer vermediği gibi uygulamada da bu haklar devletin baskı aygıtları kullanılarak engellenmiştir. Cumhuriyet hükümetleri kendilerine sürekli olarak düşman yaratmış ve onlarla mücadele etmeyi demokrasiyi, insan haklarını, hukukun gereğini yerine getirmemenin bahanesi yapmıştır. Hukuku, demokrasiyi askıya alma örneklerinden ilk akla gelenler şunlardır: 1925 Takrir-i Sükun Yasası, 1938 Dersim Tertelesi, 1938 Cemiyetler Kanunu, 6-7 Eylül 1955’te Rumlara yönelik İstanbul pogromu, soğuk savaş dönemi boyunca komünizmle mücadele, askeri darbeler (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat), 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL dönemi.

Türkiye’nin gerçekten “laik, demokratik bir hukuk devleti” olması isteniyorsa, Lozan ve 1924 Anayasası başta olmak üzere bu ifadelerin yazılı olduğu belgeleri ‘tabu’ haline getirmek yerine müesses nizamın temelini oluşturan bu belgeleri tartışmaktan kaçınmamak gerekir. Bu belgelerin tartışmaya açılmasıyla kâğıt üzerindeki hakların da ortadan kalkacağı ve Türkiye’nin bugün olduğundan daha geriye gideceğinden endişe duyuluyorsa yapılması gereken, özgürlüklerin önünde engel olan statükoyu korumak ve bu gerekçeyle barışa karşı olmak değil, ulaşılmak istenen değerler için her alanda örgütlenerek mücadele etmektir. Unutmamak gerekir ki demokrasi mücadelesini nihayete erdirecek olan ezilen, ötekileştirilen, sömürülenlerin kendisidir!

Teşekkürler: Yeni Yaşam Gazetesi

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış