Bir Şehrin Çığlığı
İstanbul, tarih boyunca medeniyetlerin kesişim noktası olmuş, farklı kültürlerin, dinlerin ve dillerin bir arada yaşadığı bir mozaik şehir. Ancak 6 Eylül 1955’te, bu mozaik bir gece ansızın kırıldı. Radyolardan yükselen yalan haberler, “Atatürk’ün evine bomba atıldı” söylentileri, bir kıvılcım gibi toplumu tutuşturdu. Kalabalıklar, ellerinde sopalar, taşlar ve öfkeleriyle sokaklara döküldü. Beyoğlu’nun dar sokaklarında, Galata’da, Balat’ta, Fener’de yankılanan çığlıklar, yalnızca taş ve cam kırıkları değildi; bir arada yaşama idealinin de parçalanışının sesiydi.
Olayların ardında, yalnızca spontane bir halk hareketi değil, sistematik bir organizasyon yatıyordu. Devletin bazı unsurları tarafından körüklenen bu linç kültürü, azınlıklara karşı biriken öfkenin dışavurumu oldu. Rumların dükkânları yağmalandı, evleri tahrip edildi, kiliseler ve sinagoglar yakıldı. İnsanlar, komşularının, arkadaşlarının, yıllarca yan yana yaşadıkları insanların mallarına, canlarına kastetti. Bu, yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda insanlık onurunun, birlikte yaşama kültürünün yok edilmesiydi.
Utancın Edebi Yüzü
Edebiyat, insanlığın acılarını, sevinçlerini ve çelişkilerini anlatmanın en güçlü araçlarından biridir. 6-7 Eylül olayları, edebiyatımızda da derin izler bıraktı. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nde, İstanbul’un bu karanlık günlerine dolaylı yansımalar görürüz; şehrin ruhundaki kırılganlık, toplumsal yaraların sessiz çığlıkları satır aralarına sızar. Yine, Mario Levi’nin İstanbul Bir Masaldı adlı eserinde, azınlıkların bu şehirdeki varlıklarının hem neşeli hem hüzünlü hikâyeleri, 6-7 Eylül’ün gölgesinde anlatılır. Bu olaylar, sadece bir tarihî vaka değil, aynı zamanda bir toplumun vicdanını sorgulayan bir aynadır.
Edebi bir bakış açısıyla 6-7 Eylül, bir tragedyadır. Antik Yunan tragedyalarında olduğu gibi, burada da bir toplumu kendi kibir yüzleştiren bir kader vardır. Toplum, kendi ötekileştirdiği komşularına karşı işlediği suçlarla, kendi insanlığını sorgulamak zorunda kalır. Bu olaylar, bir utanç belgesi olarak, yalnızca tarih kitaplarında değil, edebiyatın, sanatın ve vicdanın sayfalarında da yerini alır.
Bir Vicdan Muhasebesi
6-7 Eylül, yalnızca bir toplumu değil, bireyleri de yüzleştirir. Komşusunun dükkânını yağmalayan eller, o ellerin sahiplerinin vicdanlarında nasıl bir iz bıraktı? Yıllarca birlikte çay içilen, ekmek paylaşılan insanların mallarına, canlarına kastetmek, hangi duyguların eseriydi? Bu sorular, edebiyatın ve felsefenin sınırlarını zorlar. Çünkü bu olaylar, insan doğasının karanlık yönünü, öfkenin ve manipülasyonun nasıl bir toplumu esir alabileceğini gösterir.
Bugün, 6-7 Eylül’ü anmak, yalnızca geçmişi hatırlamak değil, aynı zamanda geleceği inşa etmektir. Bir daha böyle utanç belgelerinin yazılmaması için, farklılıkların zenginlik olduğunu hatırlamak, ötekileştirmenin değil kucaklamanın yollarını aramak zorundayız. Edebiyat, bu yolda bir rehber olabilir; çünkü o, insan ruhunun en derin köşelerine dokunur, vicdanı uyandırır ve barışa bir kapı aralar.
6-7 Eylül 1955, İstanbul’un ve Türkiye’nin tarihinde bir yara olarak duruyor. Bu yara, ne kadar acı verse de, iyileşmesi için önce hatırlanmalı, anlaşılmalı ve yüzleşilmelidir. Edebiyat, bu yüzleşmenin en insani yollarından biridir. 6-7 Eylül, bir utanç belgesi olarak, sadece tarihçilerin değil, şairlerin, romancıların, hikâye anlatıcılarının da meselesidir. Çünkü bu olay, yalnızca bir toplumun değil, insanlığın hikâyesidir... ve bu hikâyeyi anlatmak, hepimizin borcudur.
Yorumlar (0)