Arkeoloji bize insanın inanç dünyasına ışık tutan birçok değerli kaynak sunuyor. Arkeolog ve yazar Prof. Dr. İsmail Gezgin de ekimde yayımlanan kitabı ‘Kharon’un Kayığı’ ile bu sorunun peşine düşüyor.
‘Kharon’un Kayığı’ kitabı, Pinhan Yayıncılık
İnsan, öleceğini bilen tek canlı. Peki bu varoluşsal farkındalıktan doğan inanç, ezelden beri iktidarın ve ayrıcalıklı sınıfların en güçlü meşruiyet aracı mıydı? Yoksa cenaze törenleri, ölümden sonra sorgu, cennet-cehennem... Kısacası ölüme dair her şey, tarihsel bir sürecin sonucunda mı sınıfsal bir aygıta evrildi?
Arkeoloji bize insanın inanç dünyasına ışık tutan birçok değerli kaynak sunuyor. Arkeolog ve Yazar Prof. Dr. İsmail Gezgin de ekimde yayınlanan kitabı ‘Kharon’un Kayığı: Taş Devri Mezarlarından Antikçağın Kutsal Metinlerine İnancın Siyasallaşması ya da Cehennemin Arkeolojisi’nde bu sorunun peşine düşüyor. Pinhan Yayıncılık tarafından basılan Kharon’un Kayığı’nda, insanın ölümle kurduğu ilişkinin de üretim ilişkileriyle birlikte nasıl değişip dönüştüğünü gösteriyor. Biz de kitaptan yola çıkarak insancın sınıfsallığı üzerine kendisiyle konuşma fırsatı bulduk.
Gezgin’i daha önce yayımlanan ‘Ötekilerin Arkeolojisi’, ‘Homo Narrans’, ‘Sanatın Mitolojisi’, ‘Uygarlaşan İştah’, ‘Gılgamış: Tabletler Ne Anlatır?’ gibi eserlerinden tanıyoruz. Şimdiyse bizi ‘ölüler ülkesine’ doğru bir yolculuğa çıkartıyor.
Şamandan muktedire: Ayrıcalıklı sınıfın doğuşu
İnsanın inanç dünyasında ölümün ele alınış şeklinin özü, insanın ölecek olduğunu bilen tek canlı oluşunun getirdiği trajediden meydana geliyor. Fakat Kharon’un Kayığı bize gösteriyor ki bu özün etrafında örülen evren büyük ölçüde ekonomik modeller, toplumsal sınıflar ve siyasi iktidarın çıkarlar dünyasına uyumlu hale geliyor. İnancın siyasileşmesi ile çekirdeğindeki insani soru işaretleri arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirmek gerekir?
İnsan kendinde işgal edilmiş bir canlıdır. Gordon Childe’dan mülhem söylemek gerekirse, Kendini Yaratan İnsan’dır. Trajik olansa kaçmak, terk etmek istediği hayvan bedende yeni bir canlı düşlemesidir. Hayvan bedenin dille tanışmasıyla başlayan yaşam ve düş uyumsuzluğu bir hakikat sorununun ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Yaşanılanla düşlenilenin örtüşmemesi aynı bedende menşei meçhul yeni bir canlı kurgulanmasıyla sonuçlandı ve insanın kimlik sorgusu kronikleşti. Yaşam insanın yaşadığı değil düşündüğü bir eylem haline geldi. Bedenle var olunan yaşamda bedenden öte düşsel bir gerçeklik arandı. Düş ve gerçek arasındaki gerilimde muğlaklaşan yaşam, anlam ve hakikat arayışında bir ibadete dönüştü.
Bu süreçte devreye giren en önemli değişken (Henüz “sınıf” olarak adlandırmak mümkün değilse de) kimi ayrıcalıklı insanların ‘düşlerin nebisi’ olarak iktidar yüklenmeye başlamasıydı. Şaman rolündeki bu ‘keramet sahibi’ insanlar, hakikatin yaşamdaki karşılığını tesis etmede ve zihinlerde insan ve yaşam imgesini anlamlı bir dizgeye oturtmada önemli bir rol üstlenmişlerdi. Ancak asıl değişim, on binlerce yıl öncesinden itibaren dile getirilmeye başlanan düşlerin metafizik kahramanlarının ve onlara duyulan inancın Taştepeler Kültürü’yle birlikte insanların arasına taşınmasıydı. Dikilitaşlardan yapılmış mimari yapıların yeryüzünde varlık alanı sağladığı tanrılar ve inançlar, insan yaşamı üzerinde doğrudan hak iddia etmeye başlamıştı. Avcı-toplayıcı toplumların düş dünyasıyla iletişimini sağlayan şamanlar, inancı tüm kapsayıcılığıyla göklerden ve düşlerden yer yüzüne, insanların yaşamına taşımışlardı. Fallik mimariyle hem insanların kendi arasındaki ilişkileri hem de onların tanrılar ve inanç dünyasıyla ilişkilerini siyasi yasalara çevirmişlerdi.
Ölümü özünde barındıran inanç, bu din bezirganlarının elinde siyasetin bir enstrümanına dönüşmüştü. İnanç, ayrıcalıklı bir sınıfa iktidar bahşederken, muktedirler inancı siyasallaştırarak hukuka çevirmişlerdi. Bundan böyle “İnsanın ve yaşamın ne olduğu” sorunu iktidarın hakikat rejimine, inanç tüm yaşamı kapsayan bir iktidar sopasına dönüşüyor. Düşlenenin bedelini, bireylerin yaşamı deneyimleyen bedeni ödüyordu. Yaşam doğanın yasalarından ayrışarak simgesel bir metafizik hal alıyor, bireyin yaşamı olmaktan çıkıyordu. İnancın özündeki ölüm ise “nekropolitik” bir formda siyasallaşan inancın en güçlü ögesine çevrilmişti. Tarımsal kültürün başlamasıyla birlikte ölümün, yaşamın ve politikanın en etkili aracı olduğunu gösteren çok sayıda arkeolojik veri ele geçirilmiştir.

Öteki dünyanın inşası
Tarih öncesi çağlarda insanlar -ya da insansılar- için ölüm ne anlam ifade ediyordu? Öteki dünya ve ebedi hayat düşüncesi nasıl şekillendi?
Ölüm pek çok canlının kayıtsız kalmadığı, tepki gösterdiği bir olaydır. İnsansılar ve erken insanların da ölümü çok önemsediklerini, kayıplarına çoğunlukla özel bir muamele yaptıklarını ve hatta toplumsal bir tören düzenlediklerini gösteren antropolojik ve arkeolojik veriler var. Bununla birlikte ölümden sonra bir hayat düşlendiğini gösteren herhangi bir bulguya rastlanmaz. Bu, memelilerin bazılarında görülen, daha çok klanın üyelerinden birinin kaybından kaynaklı bir yas olarak yorumlanır. Bir memeli olarak duygusal ve ekonomik beklentiler geliştirilen bir bireyin yitimi ya da onun toplumda bıraktığı eksikliğinin yadsınmasıdır. Yapılan ritüeller, kayıp olan bireye yapılan libidinal yatırımın sona erdiğinin işareti olan toplumsal törenlerdir.
Ancak çok daha erken spekülatif örnekler bulunmakla birlikte son birkaç yüz bin yıldır, insanlar ölülerinin yasını tutmanın ötesine geçecek bazı uygulamalar yapmaya başladı. Bedenlerin parçalanması, kafatasının yumuşak dokulardan arındırılarak gövdeden ayrılması, ölü bireylerin bedenlerinin bilince ölüm topografyası olarak kodlanan ‘nekropolis’ benzeri belirli alanlara taşınması ve elbette toprakta açılan çukurlara bir ritüele uygun olarak bazı hediyelerle birlikte defnedilmesi gibi işlemler yastan öte bir anlama karşılık gelir. Arkeolojik çalışmalarda ele geçen bu buluntuların görünümü, art alanda bu görüntüyü düşünen, organize eden bir anlatının ve dilin varlığına işaret ederler.
Tüm bu ritüeller, insanın ölüm ve yaşam üzerine düşünmeye başladığını ve elbette bunu yapabilecek bir dil yetisine de sahip olduğunu gösteriyor. Özellikle, bir fonksiyonu olmayan, ancak sembolik bir anlamı taşıyabilecek boyalar, deniz kabukları, bedene verilen şekil, kafatasına yapılan muamele gibi göstergeler, insanın bir adım daha öteye giderek ölüm sonrasında bir yaşamın varlığını düşlediğini ve dile getirdiğini gösteriyor. Yaşamın ötesinde, ölümün ardında yeni bir dünya kurgulamanın sebebi dilin de etkisiyle görülen rüyalardı. Elbette bu dili kullanmayan pek çok memelinin de rüya gördüğünü biliyoruz ancak dil dünyasıyla tanışan insanın ölen yakınlarını rüyaya capcanlı taşıması, rüyada onlarla konuşması ölüm-yaşam diyalektiğindeki dengeyi metafizik yönünde bozmuştu. Tıpkı rüyasında uzun zaman önce kaybettiği babasını gören Vergilius’un kahramanı Aeneas’ın, ölmüş babasının daveti üzerine Tartaros’u ziyaret etmesi gibi. Yitirdiğini rüyasında gören, onunla konuşan insan, ölmüş yakınına yönelik duygusal bağını ölümden sonraki dünyaya taşımış ve yaşamını bu yönde dizayn etmeye başlamıştı. Ebedi hayat ölümün karanlığından kaynaklanan anksiyete ve yasın libidinal gücünü inanca yöneltmiş, yüz binlerce yıl önce kurgulanan ölümsüz dünya, düşlerden yaşama geçirilmişti.
Tarım toplumu ve cehennem
Kitapta tarım toplumuna geçişin inanç dünyasına yansıyan belirleyici değişimlerinden söz ediyorsunuz. Keskinleşen sınıflı toplum yapılarıyla birlikte öteki dünya sadece sınırsız bir rüya değil aynı zamanda sorgu ve ardından gelecek olası bir cezanın söz konusu olduğu bir yer olarak düşünülüyor. O halde cehennemin politik varlığına dair neler söyleyebiliriz?
Dünya inançlarına baktığımızda hemen hepsinde ölümden sonra yaşam inancının olduğunu görebiliyoruz. Bu inançların dünyevi yaşamın ontolojik sorularına yanıt oluşturacak şekilde kurgulandığını ve ihtiyaca göre yeniden yeniden şekillendirildiğini söyleyebiliriz. Hatta ölüm sonrası inancının tüm kurgusunun referansını doğrudan yaşamdan aldığını görebiliriz.
Toplayıcı ve avcı olarak yaşamını sürdüren toplulukların ölüm sonrasına yerleştirdikleri dünyaya giden yol güçlüklerle dolu olsa da orada yargılama, ödüllendirme ve cezalandırma mekanizmasının eksikliği hemen hissedilir. Yaşamlarını simgesel düzleme taşımayan, daha esnek ve doğal yasalar etrafında organize edenler için yaşam bir ödül veya ceza nedeni olmamış, bir yargılamayı gerektirmemişti. Onlar için yaşamın temel paradigmaları, binlerce yıldan bu yana doğanın yasasıyla sarmalanmıştı.
Büyük nüfuslar halinde yaşayan yerleşik tarım kültürü sakinleri için ise ölüm sonrası dünyası bir sınava ve yargıya dönüşmüştü. Bu kültürlerde yaşam, gücünü tanrısal temsil ayrıcalığından alan siyasal iktidarlar tarafından siyasallaştırılmış inancın yasalarıyla yönetiliyordu. Burada birey kendi hayatını değil inancın iktidar yoluyla dizayn ettiği yasalarla çevrelenmiş cemaatin hayatını yaşıyordu. Yaşamın inancın yasalarına uygunluğu ise ölüm sonrasına yerleştirilen ve korkunç cezalarla tehdit eden bir yargılamaya tabiydi.
Örneğin Antik Mısır’da Osiris tüm avenesiyle bu yargılamanın adaletini sağlamak sorumluluğunu üstlenmişti. Dünyevi yaşamda tanrısal destekli iktidarlar (Sümer kültürünün efsanevi kralı Gılgamış gibi) ve ayrıcalıklı sınıf bu yargılamadan sorunsuzca geçebiliyordu. Bir Mısır firavunu öldüğünde bir tanrı gibi muamele görürken yurttaşların dünyevi yaşamları hakikati temsil eden tüyden ibaret bir dirhemle yargılanıyor, sorgudan geçemeyenler feci şekilde cezalandırılıyordu. İçinde bulunduğumuz uygarlık için kimi zaman ‘nekropolitik’ tanımlamasını yapmamın sebebi bu verilere dayanır. Ölüm sonrasına yerleştirilen ebedi hayat, dünyevi yaşamda iktidarın toplum üzerindeki yasalarının gücünü artıran politik bir unsur halini almıştı. Bu yüzden en eski toplulukların hukuku, cehennemin etkisiyle ahlaki bir düzeyde iyi ve kötü üzerine kurulmuştu.
‘Cehennem fikriyle giydirilen ölüm…’
Kharon’un Kayığı çalışmanızda sizin öğrendikleriniz neler oldu? Ölümün toplumsal ilişkilerle olan bağında dikkatinizi neler çekti? Sizde yeni nasıl soru işaretleri uyandırdı?
Mesleğim gereği yaşadığımız hayatın tüm değişkenleriyle bugün kurgulanmadığını, geçmişin paradigmalarıyla inşa edilmiş örüntülerle çevrelendiğimizi görebiliyorum. Özellikle, inanç, ölü gömme, ahlak, gelenek, cinsiyet rolleri gibi geçim kaynaklarıyla doğrudan ilişkili olan ve değişmesi güç olan uzun soluklu davranış repertuvarlarının, içinde yaşadığımız uygarlığın ve bu uygarlığın iktidarını ele geçiren azınlığın bir kurgusu olduğunu söylemeliyim. Arkeolojinin, geçmişe farklı okumalar yaparak bugünle bağlantısını kurmak ve yaşadığımız hayatın hangi ihtiyaç veya davranış örüntüsünden kaynaklandığını açıklamak gibi bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Bu kitabın en temel çıkış noktası budur. Kutsal metinlerde vadedilmiş topraklar için soykırım yapanların, cennete gitmek için kendini patlatanların, cennet topraklarını parselleyenlerin… kol gezdiği dünyada inancın bu denli politik olmasının nedenleri üzerinde düşünmek öncelikli olmalıdır.
Bununla birlikte, tüm dünyanın yaşamını belirleyen, hatta yaşamaktan alıkoyan ‘cehennem’ fikrinin arkeolojisi, bu kitabı yazmamdaki en büyük etkendi. Milyonlarca yıl öncesinden kalma gömülerden, mezar hediyelerinden, avcı toplayıcıların duvarlara çizdiği resimlerden, yerleşik toplulukların yüzlendirip sergiledikleri kafataslarından, Mısır’ın hiyerogliflerindeki ebedi hayat fikrinden, Homeros, Vergilius gibi tarihi karakterlerin rehberliğindeki ‘öteki dünya’ turlarından öğrendiğim en önemli şey şu: Eşitlikçi, sınıfsız, şiddetsiz, kimliksiz, cinsiyetsiz ve barışçıl bir hayat mümkündür. Ancak bunun için ölüme yüklenen anlamın değişmesi gerekir. Cehennem fikriyle giydirilen ölüm, ayrıcalıklı sınıfın iktidarına su taşıyor ve hayatı cehenneme çeviriyor. Yaşam gibi ölüm de kolektif ve yaratıcı bir eylemdir ve asla bir son değildir. Hayat ölümün üzerinde yükselir, bir döngü oluşturarak dirim sağlar. Ölüm de yaşama dahildir. Arkeoloji, antropoloji, tarih gibi bilimler bu farkındalıkla arzu edilen eşitlikçi dünyanın inşasına katkı sağlamalıdır.
Bu kitabın bende oluşturduğu yeni sorular rotayı ‘uygarlığın arkeolojisi’ne yönlendiriyor. Mimarisi, sanatı, inancı, iktidarıyla ‘uygar’ yaşamın nasıl tesis edildiğinin yanıtlarını aramak üzere yol alacağım.
Kaynak: https://www.evrensel.net/haber/587015/cehennem-olum-ve-iktidar?fbclid=IwY2xjawOjphJleHRuA2FlbQIxMQBzcnRjBmFwcF9pZBAyMjIwMzkxNzg4MjAwODkyAAEeGsaFXN_39RIwtGv3lNFtWBwPIvcyumlKpdGdnpC5s0IHb3ctvlVXU_y-uGA_aem_HZ_rWL8kLKYYngkAWzuFmQ
Kavel Alpaslan’a, İsmail Gezgin hocaya ve Evrensel Gazetesine teşekkürler…
yayına hazırlayan: cengizhan güngör
Yorumlar (0)