Giderek daha fazla otoriterleşen, yargı operasyonlarıyla ana muhalefet partisini etkisiz hale getirmeye çalışan AKP iktidarının aynı zamanda 10 yıldır düşman hukuku uyguladığı Kürt siyasi hareketiyle uzlaşarak “Kürt sorununu çözme” girişimi toplumun geniş kesimlerince şüpheyle izleniyor. Şüphenin, güvensizliğin nedeni daha önce benzer süreçlerin çözümsüz kalmasının yanı sıra giderek demokrasiden uzaklaşan bir iktidarın çözüm/barış girişimlerinin samimi bulunmuyor olması.
23 yıldır tek başına iktidarda bulunması ve devletin tüm organları üzerinde mutlak bir hâkimiyet elde etmesi, güvensizliğin AKP iktidarı ve tüm yetkileri elinde toplayan Erdoğan’a odaklanmasına neden oluyor. Peki devletin başındaki parti ve -yetkileri ne kadar tek elinde toplamış olursa olsun- onun başındaki kişiyle devletin tüm eylemlerini ilişkilendirmek süreci doğru analiz etmek için yeterli olur mu?
Şunu belirtmek gerekir ki devlet, sadece başındaki muktedirin kişisel tercihlerine, arzularına göre şekillenen bir mekanizma değildir. Devletin temel işlevlerini yerine getirirken tercih ettiği “iktidarı kullanma biçimi”, yönetilen toplumun dinamiklerini yansıtır.
Genel anlamda devletin işlevleri üç başlıkta toplanabilir. Birincisi üretim araçlarının ve üretime katılan herkesin korunması ve gelişimi için gerekli koşulların (işgücü, teknoloji, doğal kaynaklar, ulaşım ve iletişim vb) sağlanmasıdır. Üretime doğrudan ya da dolaylı katılanlar toplumun hemen tümünü kapsadığı için devletin bu işlevi, “toplumun genel çıkarlarına hizmet etmek” olarak da ifade edilebilir.
Devletin ikinci işlevi, sınıflı toplumlar için geçerlidir. Buna göre üretim ilişkilerini hâkim üretim sisteminin sürekliliğini sağlayacak biçimde düzenlemekle mükellef olan devlet -toplumsal sömürüye destek olarak- egemen sınıfın, toplumun diğer kesimleri üzerindeki hegemonyasını güvence altına almasını sağlar. Mülkiyet düzenini, çalışma rejimini ve bölüşüm (vergi, teşvik vs) ilişkilerini egemen sınıfın çıkarlarına göre düzenleyen devletin bu işlevi “egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmek” olarak tanımlanabilir.
Devletin toplumsal işlevi, yönetsel bir faaliyettir ve demokratik bir işleyiş içinde gerçekleştirilebilir. Hatta devletin olmadığı otonom bir yapı içinde de yerine getirilebilir. İkinci işlevin yerine getirilmesi için ise merkezi olarak örgütlenmiş bir güç olarak devletin varlığı gerekir. Zira egemen sınıfın çıkarlarını savunmak için sıklıkla çatışmaya girmek mecburiyetinde kaldığı toplum kesimleri nezdinde, varlığını meşrulaştırması ve otoritesini kabul ettirmek için ideolojik ve şiddet aygıtlarını kullanmak zorundadır. Bu da devletin üçüncü temel işlevi yani “iktidar sahiplerinin kendi çıkarına hizmet etme” işlevini ortaya çıkartır.
Devleti yönetenler kendi çıkarlarını korumak ve iktidarlarını daim kılmak için şunlara önem verir:
Devletin egemen sınıf ve iktidar sahiplerinden oluşan küçük bir azınlığın çıkarı için toplum üzerinde kurduğu otorite, mevcut sistemin istikrarını güvence altında tutmak isteyen egemen sınıf tarafından desteklenir ve yönlendirilir. Toplumsal sınıflar dışında özel olarak devletten çıkar sağlayan ve devletin sağladığı ayrıcalıklara dayanarak varlığını sürdüren (bürokratlar, diyanet mensupları, devletçi aydınlar vb)
kesimler de devlet otoritesinin artmasını savunur. Devlet aygıtını elinde bulunduran muktedir de iktidar hırsı ile gücün daha da artmasını ve iktidarlarının sürekli olmasını arzular.
Ama burada asıl ilginç olan devletin de desteğiyle sömürülen, yoksullaşan, özgürlüğü sınırlanan kesimlerin -ironik bir şekilde- kendilerini hem egemen sınıfın sömürüsünden hem de iç ve dış düşmanlardan koruyacağını düşündükleri bir güçlü devletin himayesine girmek istemesidir. Toplumda siyasal bilinç düzeyi düştükçe bu kesimin güçlü devlet arzusu artarken otoriterleşme de daha kolay kabullenilir.
Uzun sözün kısası, muhalefetin sesini kesmek için giderek artan siyasi baskıların, emekçi kesimleri açlığa, sefalete sürükleyen ekonomik şiddetin birinci dereceden faili, elbette devlet gücünü elinde bulunduran iktidar sahipleridir. Ancak devletin egemen sınıfın ve iktidarın kendi çıkarlarını korurken toplumun genel çıkarlarıyla çatışması ve toplumda meşruiyeti sorgulandığı ölçüde otoriterleşmesi, ne yalnızca AKP’ye ne de Erdoğan’a özgü bir tutum değildir. Bu bağlamda gerek devlet gerek devleti şekillendiren üretim biçimleri ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal güç ilişkileri göz ardı edilerek yapılacak analizlerle Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve demokratik gidişatına dair isabetli bir çözümleme yapmak mümkün olmayacaktır.
Teşekkürler: Yeni Yaşam gazetesi ve Özgür Müftüoğlu
Yorumlar (0)