İsim babalığını Bahçeli’nin yaptığı ‘terörsüz Türkiye’ süreci başlangıçta, bölge çapında değişen güç dengeleri dikkate alınarak, ‘iç cepheyi tahkim etmek’ söylemleri de dillendirildiği için, ülke egemenlerinin bölgesel ittifak politikalarında yeni bir aşamaya geçildiği izlenimi yaratmıştı. Acaba düşmanlar-Kürt politik yapılanmaları- düşman olmaktan çıkıp müttefik olarak mı sınıflandırılacakdı? Hakkını yememek gerek bu konuda özellikle ilgili çevreleri heyecanlandırılacak gelişmeler de olmadı değil. ‘Pkk’nın kendini feshi, İmralı muhataplığı, silah yakmalar, komisyon çalışmaları’…vs. Dost ve düşmanların yeniden tasnif edilmesiyse mesele, aradan bir yılı aşkın bir süre geçtiği halde- bu amacın gerektirdiği alt yapının sağlanması noktasında tatmin edici adımlar atıldığını iddia etmek çok zor. İlgili kamuoylarının ya da siyaset yapıcılarının elle tutulur gelişmelerle memnun olduklarını iddia etmek mümkün değil. Hatta Cumhurbaşkanı Türk, Arap, Kürt ittifakından söz etmişti hatırlanacağı üzere. Bu yönde hiçbir adım atılmadı, 14 ayda. Komisyon kurulması ve uzak, yakın ilgili tarafların dinlenilmesi dışında.
Oysa sürecin başından beri ‘eğer bu süreç başarılı olsun isteniyorsa demokrasiye dönük hukuksuz saldırıların hemen durdurulması ve demokratik zeminin güçlendirilmesi, gerekir’ diyenler el elde el başta kaldılar. Aylar geçtikçe acaba sürecin hedeflerinden biri olarak kimi çevrelerde kaygıyla dillendirilen ‘muhalefeti bölüp parçalamak mıydı amaç’; Kürt meselesinin çözümüne yönelik yaratılan umutlar esas amacı örtmeye hizmet eden sis perdesi miydi’ endişeleri daha kuvvetle dillendiriliyor. Nitekim muhalefetin iki ana direği olan CHP ve DEM Parti arasında nahoş söz düelloları bu amaca yaklaşıldığını mı gösteriyor? Dem Parti her adımda ‘sürecin’ zarar görmemesini temin maksadıyla aşırı temkinli(!) bir siyaset izliyor. Sürece-bizim bilmediğimiz kendilerinin bildiği şeyler yoksa- aşırı angaje olmalarının nedeni nedir? Neden sürecin İmralı’ya gidip gitmemesi meselesine kilitlenmesine engel ol(a)madılar. Neden hala kamuoyu Dem Parti’nin süreçten beklentilerini-kısa ve uzun vadeli- hala madde madde bilmiyor, iktidarın tutumunun ve programının bilinmediği gibi. Neden kimi partililerin zaman zaman dillendirdiği mealen ‘birleşirsek bölgeyi biz dizayn ederiz’ söylemine karşı net bir itiraz öne sürülmüyor.
CHP’nin son kongresinde kabul edilen programda ipuçları görülen, partinin İmamoğlu’nun CBaşkanı olması vesayetinden sıyrılıp toplum kesimlerinin ekonomik sefaletini, geçim zorluklarını aşmaya dönük bir kitlesel seferberlik yaratabilecek mi, emekliler, emekçiler, gençlerin sıkıntıları mücadele konusu edilecek mi, demokratik baskı ve özgürlüklere yönelik saldırılara karşı genel bir tavır alabilecek mi, yaşayıp göreceğiz. Asgari ücret tartışmalarının gündem olacağı yakın vadede, toplum kesimlerinin acı çığlığı, CHP’de çok derin hassasiyetleri harekete geçirecek mi? CHP’nin bu yönde makas değiştirmesi yorgun kitlesine de yeni bir enerji yüklemesi yapmaz mı?
Cumhur İttifakı en küçük bir geri adım atmayacağını, başka bir deyimle demokrasiye dönük hiçbir adım atmayacağını-belki kitlelerin gazını alacak palyatif uygulamalar dışında- tam tersine hukuksuz saldırıları daha da yaygınlaştırarak, süreklileştirerek devam ettireceğini gösterdi. Onlar zamana oynayarak, baskıları da daha da artırarak, muhalefet içindeki çatışmaları kışkırtarak meydanları dolduran kitlelerin yorulmasının, bıkkınlığa kapılmasının pususuna yatmış durumdalar. Onlar %30 düzeyinde seyreden ve geriletilemeyen seçmen desteğinin ve dünya dengelerinin bugünkü seyrinin iktidarları lehine büyük olanaklar yarattığının farkındalar. Eğer muhalefet yeni bir tazelenme gerçekleştirip yönelim belirlemezse zaman iktidarın lehine işliyor. CHP ve Dem Parti giderek kopuşa götürme tehlikesi taşıyan gerilimli ilişkilerini acilen onarıcı bir pozisyon almak zorundalar. Tabii ki ilk adım, ‘kasabın bıçağına aşık olmak...” türü haksız/mesnetsiz suçlamalardan vazgeçmek olmalı.
İktidara muhalif yapılar içinde sayılan kimi partiler/odaklar arasında da ırkçı-faşist eğilimlerin daha gür sesle öne sürülmesi de ayrıca değinilmesi/dikkate alınması gereken önemli bir gelişme.
Görünen o ki, Dünyadaki gelişmeler de endişe verici. Trump’ın iktidara gelişi, Rusya Ukrayna savaşının Avrupa ülkeleri nezdinde yarattığı şok, Rusya tehdidi algısı, Suriye ve bölgede süregiden gelişmeler batılı ülkelerde Erdoğan iktidarına duyulan ihtiyacı daha belirginleştirdi. AB ülkeleri artık Türkiye’ye karşı demokrasi kaygısı taşımıyorlar, nitekim Trump politikası da Türkiye’de demokrasinin d’sine yönelik bir kaygı taşımıyor. Yeniden AB üyeliği tartışmalarının dillendiriliyor olması tesadüf değil. Ayrıca batılı ülkelerin Türkiye Cumhuriyetinin bölgesel hegemonya talepleri konusunda, ona bir alan açmada sorun çıkarmayacakları anlaşılıyor. Onlar için 86 milyonluk, ekonomik potansiyeli de dahil stratejik konumda olan bir ülke olarak en kalabalık ordusuyla Türkiye olmazsa olmaz bir cazibe merkezi. İktidar bu açıdan da rahat, para akışında da bir sorun kalmadı gibi. İktidar da aslına rücu ederek ABD emperyalizmi ve batı ülkeleri kampına demir atmış görünüyor. İktidar açısından tahteravalli siyasetinin sonu geldi.
Önümüzde, yakın vadede, demokrasi mücadelesi açısından çok da kolay geçmeyeceği anlaşılan bir dönem uzanıyor. Hayallere dalmaya gerek yok. Karşıda kendisini hiçbir engelle bağlı hissetmeyen ve ne pahasına olursa olsun iktidarını uzatmaya endekslenmiş bir iktidar var. Muhalefet ise bölünme, parçalanma emareleri gösteriyor.
Umut, yıkıcı bir borç sarmalı içinde hayatlarını sürdürmeye çalışan, ayın sonunu nasıl getireceklerinden başka bir şey düşünemeyen, açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan, hiçbir toplumsal güvencesi ve sabit bir geliri olmayan, iradesi gaspedilen toplum kesimlerinde.
Yorumlar (0)