Tarihte Doğanın Tahribatı ve Otoriteleşmenin İlişkisi

Datça'da, doğanın merkezi otorite tarafından katledildiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu katliamın mağdurları ve yakın tanıkları olarak, sermaye adına doğanın katledilmesine, kıyıların betonlaşmasına cevaz veren otoriteye itiraz ediyoruz...

Tarihte Doğanın Tahribatı ve Otoriteleşmenin İlişkisi

Doğanın Tahribatı ile Otoriteleşmenin Eş Zamanlı Ortaya Çıkışının Tarihsel Bağlamı

Doğanın tahribatı ile otorite(r)leşmenin eş zamanlı olarak ortaya çıkması, insanlık tarihinin karmaşık ve çok katmanlı bir olgusudur. Bu iki fenomen arasındaki ilişki, tesadüfi olmaktan ziyade, tarihsel, ekonomik ve toplumsal süreçlerin bir sonucu olarak diyalektik bir bağlamda şekillenmiştir.

Tarihsel Bağlam: Tarım Devrimi ve İlk Otoriteler

Doğanın tahribatının ve otoriteleşmenin eş zamanlı yükselişi, büyük ölçüde Neolitik Devrim ile başlamıştır. Yaklaşık 10.000 yıl önce, insan toplulukları avcı-toplayıcı yaşam tarzından yerleşik tarıma geçtiğinde, doğa üzerindeki insan etkisi köklü bir şekilde değişti. Ormanların tarım arazilerine dönüştürülmesi, sulama sistemlerinin kurulması ve hayvanların evcilleştirilmesi, doğanın insan ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmesinin ilk örnekleriydi. Bu süreç, yalnızca çevresel değişikliklerle sınırlı kalmadı; aynı zamanda toplumsal hiyerarşilerin ve otoriter yapıların oluşumuna zemin hazırladı.

Tarım devrimi, artı ürünün ortaya çıkmasını sağladı. Bu artı ürün, bir grup insanın üretken emeğe doğrudan katılmadan yaşayabilmesine olanak tanıdı. Bu durum, yönetici sınıfların, rahiplerin ve askerlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Artı ürünün kontrolü, güç ve otorite yapılarının temelini oluşturdu. Böylece, doğanın tahribatı (örneğin, ormansızlaşma ve toprağın aşırı kullanımı) ile otoriteleşme arasındaki bağ, ekonomik ve toplumsal düzenin dönüşümüyle şekillendi. Doğanın sömürülmesi, otoriter yapıların maddi temelini sağlarken, bu yapılar da doğanın daha yoğun bir şekilde tahrip edilmesini organize etti.

Diyalektik İlişki: Karşılıklı Beslenme

Doğanın tahribatı ile otoriteleşme arasındaki ilişki, diyalektik bir süreç olarak anlaşılabilir. Diyalektik, iki zıt kutbun birbirini etkileyerek dönüşmesi ve yeni bir sentez yaratmasıdır. Bu bağlamda, doğanın tahribatı ve otoriteleşme, birbirini hem doğuran hem de güçlendiren iki süreçtir.

  1. Doğanın Tahribatı Otoriteyi Güçlendirir: Doğanın kontrol altına alınması, merkezi bir otoriteye duyulan ihtiyacı artırır. Örneğin, sulama sistemlerinin inşası ve bakımı, tarım arazilerinin dağıtımı ve artı ürünün depolanması gibi faaliyetler, koordinasyon ve yönetim gerektirir. Bu, devlet benzeri yapıların ortaya çıkmasını teşvik eder. Antik Mezopotamya’daki şehir devletleri, bu tür bir organizasyonun erken örnekleridir. Doğanın tahribatı, yalnızca çevresel değil, aynı zamanda toplumsal bir kontrol mekanizması olarak otoriteyi meşrulaştırır.
  2. Otorite Doğanın Tahribatını Hızlandırır: Merkezi otoriteler, ekonomik büyümeyi ve kendi güçlerini sürdürmek için doğayı daha yoğun bir şekilde sömürme eğilimindedir. Örneğin, Roma İmparatorluğu’nun genişlemesi, ormanların kesilmesi, madenlerin aşırı kullanımı ve tarım arazilerinin genişletilmesiyle desteklenmiştir. Modern dönemde ise, kapitalist devletlerin sanayi devrimi sırasında fosil yakıtlara dayalı üretim sistemleri, doğanın tahribatını küresel bir boyuta taşımıştır. Otoriter yapılar, bu süreçte hem doğayı sömüren politikaları yönlendirmiş hem de bu sömürüden elde edilen kaynaklarla kendi otoritelerini pekiştirmiştir.

Modern Dönem: Kapitalizm ve Otoriteleşmenin Yeni Boyutu

Kapitalizm, doğanın tahribatı ile otoriteleşme arasındaki diyalektik ilişkiyi yeni bir düzeye taşımıştır. Sanayi devrimi, doğanın sömürülmesini hızlandırarak çevresel krizlerin (örneğin, iklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı) temelini atmıştır. Bu süreçte, devletler ve büyük şirketler, doğal kaynakların kontrolü ve sömürüsü için otoriter mekanizmalar geliştirmiştir. Örneğin, sömürgecilik döneminde Avrupa devletleri, kolonilerdeki doğal kaynakları talan ederken, bu kaynakları kontrol etmek için otoriter yönetim biçimleri uygulamıştır.

Modern kapitalist sistemde, doğanın tahribatı, kâr odaklı üretim süreçleriyle doğrudan bağlantılıdır. Ormansızlaşma, fosil yakıt kullanımı ve endüstriyel tarım gibi faaliyetler, hem çevresel yıkıma yol açar hem de bu yıkımı yönetmek için daha fazla otoriteye ihtiyaç duyar. Örneğin, çevre krizlerine yanıt olarak devletler, sıkıyönetim benzeri politikalar veya uluslararası anlaşmalar yoluyla otoritelerini genişletebilir. Bu, otoriteleşmenin çevresel tahribatla nasıl bir döngü oluşturduğunu gösterir: doğanın tahribatı, daha fazla kontrol ve düzenleme gerektirir; bu da otoritenin meşrulaşmasına ve genişlemesine yol açar.

Eleştirel Bir Bakış: Direniş ve Alternatifler

Doğanın tahribatı ile otorite(r)leşme arasındaki bu diyalektik ilişki, aynı zamanda direniş hareketlerini de doğurmuştur. Çevreci hareketler, yerli halkların mücadeleleri ve anarşist topluluklar, hem doğanın tahribatına hem de otoriter yapılara karşı alternatif bir dünya görüşü sunar. Bu hareketler, doğayla uyumlu bir yaşam tarzını ve merkezi olmayan, demokratik toplumsal yapıları savunur. Bu bağlamda, doğanın tahribatına karşı mücadele, otoriterleşmeye karşı bir mücadeleyle iç içe geçer.

Otoriterleşme ve Doğa Tahribatı arasındaki ilişkinin güncek boyutu

Son yıllarda otoriter yönetimlerin yükselişi, yalnızca demokratik haklar ve özgürlükler üzerinde değil, aynı zamanda doğa ve çevre üzerinde de yıkıcı bir etki yaratıyor. Otoriterleşmenin, çevresel tahribatla arasındaki bağ, tesadüfi değil; aksine, bu iki olgu birbirini besleyen bir döngü içinde hareket ediyor. Otoriter rejimler, ekonomik büyüme ve kontrol hırsıyla doğayı bir kaynak deposu olarak görürken, muhalif sesleri susturarak çevresel yıkımı hızlandırıyor. Bu makale, otoriterleşmenin doğa tahribatını nasıl körüklediğini ve bu sürecin toplum üzerindeki sonuçlarını ele alıyor.

Otoriterleşmenin Anatomisi ve Doğa

Otoriter rejimler, genellikle merkeziyetçi bir kontrol mekanizmasıyla işler. Bu rejimlerde karar alma süreçleri, şeffaflıktan ve hesap verebilirlikten yoksundur. Çevresel politikalar, halkın katılımı veya bilimsel değerlendirmeler yerine, siyasi elitlerin kısa vadeli çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillenir. Büyük ölçekli altyapı projeleri, madencilik faaliyetleri veya enerji santralleri gibi çevresel açıdan riskli girişimler, çoğu zaman yerel toplulukların ve çevrecilerin itirazlarına kulak tıkanarak hayata geçirilir. Bu projeler, otoriter rejimlerin ekonomik büyüme ve güç gösterisi aracı olarak kullandığı araçlardır. Örneğin, dünya genelinde otoriter eğilimli yönetimlerin olduğu ülkelerde, ormansızlaşma oranlarının ve biyoçeşitlilik kaybının daha yüksek olduğu gözlemleniyor. Brezilya’da Jair Bolsonaro’nun liderliğinde Amazon yağmur ormanlarının tahribatı, 2020’lerde rekor seviyelere ulaşmıştı. Benzer şekilde, Türkiye’de son yıllarda hızlanan maden projeleri, termik santraller ve mega altyapı yatırımları, otoriter yönetim pratiklerinin çevresel sonuçlarını açıkça ortaya koyuyor. Bu projeler, genellikle çevresel etki değerlendirme (ÇED) süreçlerinin formaliteye dönüştürülmesi veya tamamen bypass edilmesiyle ilerliyor.

Muhalif Seslerin Susturulması

Otoriter rejimlerin doğa tahribatını kolaylaştırmasındaki en önemli faktörlerden biri, muhalif seslerin sistematik olarak bastırılmasıdır. Çevreci aktivistler, yerel topluluklar ve bilim insanları, otoriter yönetimler tarafından sıklıkla hedef haline getirilir. Protestolar, ya polis şiddetiyle ya da yasal baskılarla engellenir. Medya üzerindeki kontrol, çevresel felaketlerin kamuoyuyla paylaşılmasını zorlaştırır. Bu durum, otoriter rejimlerin çevresel yıkımı görünmez kılmasını sağlar.

Örneğin, Türkiye’de Kaz Dağları’ndaki madencilik faaliyetlerine karşı çıkan çevreciler, sıkça “terörist” yaftasıyla karşılaşmış ve eylemleri kriminalize edilmiştir. Benzer şekilde, Hindistan’da otoriter eğilimli politikaların yükselişiyle, çevre aktivistlerine yönelik baskılar artmış, birçok aktivist hapse atılmıştır. Bu baskılar, otoriter yönetimlerin çevresel yıkımı sorgulanmadan sürdürebilmesi için bir zemin hazırlar.

Kapitalist Çıkarlarla Otoriter İttifak

Otoriter rejimlerin doğa tahribatını hızlandırmasındaki bir diğer önemli etken, küresel kapitalist sistemle olan ittifaklarıdır. Bu rejimler, uluslararası şirketlerle iş birliği yaparak doğal kaynakların sömürülmesine kapı aralar. Çoğu zaman, bu süreçte yerel halkın çıkarları göz ardı edilir ve çevresel standartlar hiçe sayılır. Otoriter yönetimler, bu tür projeleri “ekonomik kalkınma” kisvesi altında meşrulaştırır. Ancak bu kalkınma, yalnızca küçük bir elit kesimin zenginleşmesine hizmet ederken, doğanın ve toplumun geri kalanının zarar görmesine yol açar.

Bir Çıkış Yolu Mümkün mü?

Otoriterleşmenin doğa tahribatını körüklediği bu döngüyü kırmak, ancak demokratik mekanizmaların güçlendirilmesi ve muhalif seslerin yükseltilmesiyle mümkün. Çevresel adalet, yalnızca otoriter yönetimlerin baskıcı politikalarına karşı mücadeleyle değil, aynı zamanda toplumun tüm kesimlerinin karar alma süreçlerine katılımıyla sağlanabilir. Yerel toplulukların, çevrecilerin ve bilim insanlarının sesi, doğanın korunmasında kilit bir rol oynar.

Bu bağlamda, sivil toplumun örgütlenmesi, uluslararası dayanışma ağlarının kurulması ve bağımsız medyanın desteklenmesi hayati önem taşır. Otoriter rejimlerin çevresel yıkımı meşrulaştırma çabalarına karşı, halkın bilgiye erişimi ve örgütlenme özgürlüğü, doğayı korumanın temel taşlarıdır.

Sonuç 

Otoriterleşme ve doğa tahribatı, birbirini besleyen iki olgu olarak karşımıza çıkıyor. Otoriter rejimler, kısa vadeli çıkarlar uğruna doğayı talan ederken, muhalif sesleri susturarak bu yıkımı görünmez kılmaya çalışıyor. Ancak doğanın tahribatı, yalnızca çevresel bir sorun değil, aynı zamanda bir demokrasi ve insan hakları meselesidir. Bu nedenle, otoriterleşmeye karşı mücadele, doğayı koruma mücadelesiyle iç içe geçmelidir. Yeşili savunmak, özgürlüğü savunmaktır; çünkü doğa, hepimizin ortak evidir.

 

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış