Her ülkenin bir havası var, görünmeyen ama herkesin soluduğu, hissettiği, algıladığı.
Bazen o hava, deniz kenarında sabahın ilk saatlerindeki tazelik gibi ferahlatıcı. Bazen öyle bir aydınlık ve pırıltılıdır ki özgürlüğü ve neşeyi havanın renginden, kokusundan hissederiz. Türkiye’nin bugünkü havası ise rutubetli bir küf kokusu gibi: Her yere sinmiş, fark etmeden içimize işliyor.
Gezegenin yaşadığı iklim değişikliği gibi ülkenin toplumsal iklimi de değişiyor. Bu ağır hava, uzun süredir biriken vasatlığın eseri. Toplumsal psikolojimizi beş kelimeyle tarif edebilirim: Ortak ufkun kaybolması, kimliklere sıkışma, kutuplaşmaya teslimiyet, korkuda ortaklaşma ve her anımıza sinmiş vasatlık.
Artık skandallar şaşırtmıyor, liyakatsizlik öfke uyandırmıyor, emeğin değeri konuşulmuyor. Sahte diplomalar, kopya skandalları, rüşvetle yönlendirilen kararlar… Bir zamanlar ahlakın, emeğin, bilginin değerini simgeleyen diplomalar, şimdi yalnızca “erişebildiğin gücün” belgesi gibi.
Giderek hayatımızın her anında ve alanında vasatlığa razı olmuş durumdayız. Vasatlık yalnızca ortalama olmak değil; meraksızlığın, özensizliğin, kolaycılığın da sıradanlaştırılması. Edebi, adabı, ahlakı, saygıyı, empatiyi, yenilikçiliği, değişimi, uyumu unutmak demek vasatlık. Ve vasatlık bir kere iklime, normale dönüştüğünde, tıpkı nemli hava gibi her yere sızıyor; kâğıdı da ahşabı da zihni de yavaş yavaş çürütüyor. Daha da vahim olana hazır olalım ki, bu vasatlığa razı olma hali giderek her birimizi ortak geleceğimizin yok edilişine suç ortağı yapacak.
Tanış olmayan kalabalıklarda, mahallesiz, sokaksız, apartman tarlalarındaki tekin olmayan hayatlara hapsolduk. İlişkilerimiz ve iletişimimiz sosyal medyadan ve TV ekranlarından ibaret hale geldi. TV ekranlarında ve sosyal medyada ise vasatlık, sadece katlanılan değil; şehvetle tüketilen bir şey. Tuhaf danslar, abartılı mimikler, anlamsız meydan okumalar, analiz diye fışkırtılan dedikodular, iftiralar, yorum diye gösterilen tetikçilikler milyonlarca izleniyor. Popülerlik ve görünür olmanın sayıları gayretin ve niteliğin ölçüsü haline geliyor. Reytingler ve algoritmalar “en çok izleneni” öne çıkarıyor; en çok izlenen ise çoğu zaman en vasat olan oluyor. Vasat olan da giderek her bireyin ve gündelik hayatın her anını etkisi altına almaya başlıyor.
Bugüne birden gelmedik elbette. Gündelik hayatın ve ekranların dili böyle değişirken, bu değişimi hızlandıran başka bir güç de teknoloji oldu. 90’ların iletişim ve bilişim teknolojilerindeki sıçrama özgünlük ve çeşitlilik vaat ediyordu. Ama algoritmalar, yankı odaları, troller derken standart olan, en çok izlenen, en kolay tüketilen öne çıktı.
Kentleşme, apartman yaşamı, kimlik siyaseti derken belirsizlik ve korku arttı. Siyaset, bu zeminde, toplumu ileri taşımak yerine ortalamayı korumayı yeterli gördü. Böylece vasat yurttaş, vasat bürokrat, vasat siyasetçi birbirini besleyen bir döngü kurdu.
Sonuçta düzenin dişlileri, en az enerjiyle dönmeye devam edebilme fırsatı buldu. Ve siyaset yalnızca vasatlığa teslim olmadı, vasatlığı yeniden üretirken kendi itibarını da yedi bitirdi. Tıpkı medyanın da vasatlığı her gün tekrarlar ve yüceltirken kendini yiyip bitirmesi gibi. İşte vasatlık iklimi böyle kurumsallaşıyor biraz daha her gün; gözümüzün önünde, bizi de içine çekerek ve esir alarak.
Vasatlık iklimi yalnızca bize özgü de değil; dünyanın farklı köşelerinde de siyasetin rengini belirleyen bir faktör. Bugün yaşanmakta olan küresel bölüşüm gerilimlerini de tetikleyen, her ülkede keyfiliği, otoriterliği ve şovenliği de besleyen siyasi hareketler ve liderlerin iktidarını yaşıyoruz. Bu popülist liderlerin yükselişinde, vasatlığın açtığı geniş alanı görmek mümkün.
ABD’de Trump, İsrail’de Netanyahu, Hindistan’da Modi, İtalya’da Meloni, ve daha birçokları… Farklı siyasi ve kültürel bağlamlarda da olsalar, ortak birçok noktaları var: Karmaşık sorunları basit, çarpıcı sloganlarla “çözme” iddiaları var. Kendi taraftarlarını “halk”, karşıtlarını ise “elitler” veya “hainler” olarak damgalıyorlar. Bağımsız bilgi kaynaklarını, eleştirel medyayı “düşman” ilan ediyorlar. Vasatlık iklimi, bu liderlerin elini güçlendiriyor. Çünkü bu iklimde kitle, derinlikli tartışma yerine hızlı tepkilere, rakamlar yerine anekdotlara, çözüm arayışı yerine kimlik teyidine yöneliyor. Sorgulamanın yerini, “lidere” duyulan güven alıyor.
Popülist liderler de bu zemini besliyorlar. Eğitimde eleştirel düşüncenin yerine ideolojik uyumu koyuyor, medyayı tek sesli hale getiriyor, vasatlığın eleştirisini “halkı küçümseme” olarak çerçeveliyorlar.
Böylece vasatlık sadece doğal bir sonuç değil, bilinçli olarak üretilen bir siyasi araç haline geliyor. Ve bu denklemde şovenizm de kendine kolayca yer buluyor: “Biz en iyiyiz” söylemi, eleştiriyi reddediyor. Dış tehdit algısı sürekli diri tutuluyor. Milliyetçilik ya da dini motifler, tek doğru gibi sunuluyor.
Kısacası, vasatlık iklimi popülizmin oksijeni. Popülist liderler de bu oksijenden beslendikleri için sadece tüketmiyorlar; aksine sürekli yeniden üretiyorlar.
Türkiye’deki vasatlık iklimi, özgün hikayesi olsa da esas itibarıyla küresel eğilimlerin yerel bir yansıması. Bu iktidar yoksullukla, yolsuzlukla, yasaklarla mücadele ve değişim vaadiyle geldi. Vesayetle ve elitlerle mücadele vaadi öndeydi. Ama son yirmi yılda gelinen yer bir fetih hikayesi. Eğitim, yargı, ordu, maliye ve medya gibi alanlar, tüm kamusal kurumlar kendi özerk mantıklarıyla işleyen alanlar ve kurumlardan çıkarılıp “Bizden mi değil mi?” mantığıyla yönetilen yapılara dönüştü. Kurumların görünüşleri, kabukları korunurken, içerikler boşaltıldı; bilim yerini propagandaya, estetik yerini slogana, kurallar yerini keyfiliğe bıraktı.
Bu süreçte kamusal alan da giderek daralıyor. Artık çoğunlukla fikirlerin yerini dedikodu, tartışmanın yerini onay, eleştirinin yerini biat alıyor. Devletin işleyişinde liyakat yerine sadakat hâkim olmuş durumda. Ve bugün vasatlık, rastlantısal bir sonuç değil, iktidarı koruyan bir stratejiye dönüştü.
Her şey hepimizin gözü önünde oldu ve oluyor. Fakat bugün yaşadığımız sahte diploma meselesi toplumsal zihniyeti sandığımızdan daha büyük etkiliyor olabilir. Muhtemelen sahte diploma meselesinin yakın gelecekte toplumsal zihniyette önemli bir tortu bıraktığını, onarılması çok zor bir kırılma yarattığını göreceğiz. FETÖ’nün sınav hırsızlıklarından bugünkü sahte diploma skandalına kadar gelen süreç, toplumsal bellekte onarılması zor bir kırılma yarattı.
Bu topraklarda eğitim ve diploma, bilgi ve becerinin simgesiydi. Yıllar süren öğrenme, araştırma, kendini geliştirme sürecinin belgesiydi. Eğitim ve diploma bu topraklarda daha iyi bir hayata alın teriyle çalışarak ulaşabilmenin, ahlaklı insan olarak yoksulluğu ve yoksunluğu aşabilmenin başlangıç adımıydı. Şimdi sahte diploma, sadece bireysel bir yalan değil başarmak için ahlaklı insan olmanın gerekmediğinin ilanıdır. Paran varsa, bir çeteye dahil olabiliyor veya ulaşabiliyorsan her şeyi yapabilmenin mümkün olduğunun, ahlaksızlığın ayıp da suç da olmadığının kabulüdür.
Bugün ihtiyacımız olan şey, basit bir iktidar değişikliği meselesi değil; toplumsal iklimin değişmesi meselesi de aynı zamanda. Çünkü bu vasatlık iklimi, sadece kurumları değil; değerleri, dili, ortak hayali çürütüyor.
Vasatlık iklimine teslim olmak ya da uyum sağlamak, kısa vadede huzurlu bir sessizlik gibi görünebilir. Ama uzun vadede toplumsal esenliğin, kalitenin, yaratıcılığın, ilerlemenin, vicdanın mezar taşı. Nitelikli olan ya ülkeyi terk ediyor ya da kendi kabuğuna çekiliyor, sessizleşiyor. Sonunda gelinen yer ya vasatlığa rıza göstermek ya da yok olmuş gibi davranmak ve hatta yok olmak oluyor.
Bu iklimden çıkmak, yalnızca “yeni liderler” bulmakla olmuyor; zihniyetin değişmesi gerekiyor. Merakın ödüllendirildiği, başarının takdir edildiği, eleştirinin saygıyla karşılandığı bir düzen… İklimi değiştirmek kolay değil; ama tıpkı gerçek iklim krizinde olduğu gibi, küçük ama ısrarlı adımlar büyük fark yaratıyor. Öğretmenin sınıfta farklı fikre alan açması, gazetecinin doğru soruyu sorması, sivil toplumcunun gerçek sorunların peşine düşmesi, siyasetçinin kolay popülizm yerine zor hakikati anlatması… Bunlar küçük gibi görünüyor ama yeni bir hava üretiyor. Çünkü eğer bu iklimi değiştiremezsek, yarın hepimiz kendi hayatlarımızın sahte diplomasını taşır hâle gelebiliriz.
KAYNAK ve Teşekkürler: Gazete Oksijen ve Bekir Ağırdır
Yorumlar (0)