Siz… Genç bir kadınsınız. iki yıl önce evlendiniz. Mutlu başlamıştır, değil mi? Sonrasında kâbus belki. Boşanmak istediniz. Şiddet vardı muhtemelen. Kocanız hakkında uzaklaştırma kararı çıkmış. O ise “sabırlı intikam” peşinde, Balkondan eve giriyor. Silahını üstünüze ateşliyor. Siz… 27 yaşındasınız. Belki de iki yıl önce çok sevdiğiniz, elinizin elinde olduğu bir adamın kanlı eliyle artık öldünüz.
Siz… Belki 12 yaşında bir çocuksunuz, belki anne babasısınız. 12 yaşında, çocuk işçi oldunuz… 12 yaşındaki oğlunuzu bir esnafın yanına çocuk işçi verdiniz. 12 yaşında, “ustanız”dan kaçıyorsunuz bir akşam. Üzerinizde kanlı bıçak izleri, bir karanlığa 12 yaşında düştünüz… Bir karanlıktan aldınız 12 yaşındaki oğlunuzun kanlar içindeki cesedini.
Siz… Bir annesiniz. 40 yaşına gelmiş oğlunuz. Kim bilir doğduğunda nasıl sevmişsiniz, nasıl yapışmış küçücük elleri parmağınıza. Göğsünüzde nasıl uyumuş, hangi ara büyümüş. Tut ki iyi anneydiniz, tut ki çok da iyi annelik yapamadınız. 30 yıldır bir başkasıyla yaşıyorsunuz mesela. Ve bir gün, elinde bıçaklar, oğlunuz karşınızda. Siz de birlikte yaşadığınız kişi de artık birer ölüsünüz.
Siz… Siz de bir annesiniz. Mutlu düğün fotoğraflarının o sevinç dolu gelinisiniz. İki de evladınız olmuş. Biri yedi yaşını bulmuş, biri henüz iki yaşında belki de hayaller kurmuş. Eşiniz polis, polis “güven” ya… Mutluluk, onca zorlukla da “güven”e emanet olmuş. Sonra bir sabah, tayin olduğu öteki şehirden sizin yanınıza varmış, kocanız, eşiniz, güvenceniz. Sadece sizi değil, artık kim zordaysa onları da korumak için verilmiş silahı, kızınızın iki yaşına, oğlunuzun yedi yaşına, sizin 33 yaşınızın başına ateşlemiş, Sonra kendisine… “Dört kişilik ailenin asgari geçim standartı”nın hesaplandığı bir ülkede siz artık “dört kişilik ölü aile”siniz.
Siz… Çalışmak için başka bir şehirdesiniz. Başka bir şehirde, izbe bir konduda bir arkadaşla ev paylaşıyorsunuz. Arkadaşınız yumurta almış marketten, siz çırpacaksınız. Sonra… Az önce tek göz hanede iki göz yumurta pişsin diye marketten dönmüş arkadaşınızın elinde bıçak, bıçak gırtlağınızda, yumurta çırpan eliniz koruyamamış sizi, oracıkta ölüsünüz artık.
Bu yazıyı okuduğunuza göre, “Siz” o “siz” değilsiniz. Hiçbiri değilsiniz. Ne Trabzon’da kocasının öldürdüğü Sinem, ne Anamur’da (muhtemelen) dönerci ustasının öldürdüğü Eyüp, ne İzmir’de oğlunun öldürdüğü Nilüfer, ne Denizli’de kocanızın evlatlarınız Yağız ve Duru’yla birlikte uykunuzda öldürdüğü Nazlı’sınız ne de yumurta getiren arkadaşın öldürdüğü Oktay.
Fakat şu var: Ne Sinem bunu bilebilirdi evlenirken mesela; ne Eyüp bilebilirdi 12 yaşında işçi olurken, ne Nilüfer bilebilirdi oğlunu büyütürken, ne Nazlı bilebilirdi düğün fotoğrafında gülümserken, ne Yağız ne Duru babalarını uğurlarken, ne Oktay bilebilirdi yumurtaları çırpmak üzereyken.
Hiçbiri en yakınlarındaki veya en yakınları olmuş birilerinin, bir gün, ama iki yıl sonra, ama 40 yıl sonra, ama üç beş gün sonra belki katilleri olacağını bilemezdi, düşünemezdi herhalde. Çünkü o güne kadar onlar da “siz”diniz!
Siz o siz olmadan da belki Sinem’in katilinin dolmuşuna da bindiniz, belki o dönercide yediniz, belki o polisten yardım istediniz. Belki annesini öldürebilen bir oğulla tanıştınız ya da tartıştınız.
Bu cinayetlerde, “dönerci” bir yana desek bile, ki o da 12 yaşındaki bir çocuğu işçi olarak “emanet” alandır; katiller hep yakınlar, hep yakındakiler. Kocalar, evlatlar, arkadaşlar ve diğerleri. “Aile Yılı” böyle bir şey “cinnet ülkesi”nde.
Sadece o kadar değil. Dönerci ve yumurta cinayetleri dışında, başta Trabzon’da Sinem’in katledilmesi, hepsinde “tasarlanmış” bir güzergah var. Önceden ilan edilmiş intikam, saçını, sakalını kazıtma, çadır, motor plakası değiştirme, pasaport… Anneyi öldürmek için keşif, kanlı izleri soğukkanlılıkla saklamak ya da tayin olunan şehirden izin alıp gelmek, o kanlı sabaha koşmak.
Bunlar birer vaka ama isterseniz “birer birer” kaç birer olduğuna bakın; öldürülen kadınlara, annelere, babalara, evlatlara, çocuklara, arkadaşlara bir bakın. Öldüren kocalara, babalara, hatta çocuklara da.
Sadece”cinnet”le ani sinirle “hafifletici sebepler”le açıklanamayacak bir kötülük salgınından mustarip ülke. Çünkü “kötülük” sistemleşmiş ve o sistem içinde, tek tek bireyler, hayatlarındaki “basit” sorunları bile hakaretle, şiddetle, tehditle, cinayetle “çözmek” üzere adeta sıraya girmiş. Mafyayı, çeteyi, örgütlü kötülüğü belki bilirsin ama en yakınında olanların bile bunca kötülüğe hazır olduğunu her zaman bilemezsin.
Devletin ayrımcı, adaletin kayırmacı-ayırmacı, hakkaniyetin sefil, muhakemenin yerle bir olduğu bir ülkede binlerce binlerce insana düşen de “şiddet”e sarılmak, binlerce binlerce insana düşen de şiddet kurbanı olarak yaşamak ve ölmek.
Zygmunt Bauman ve Leonidas Donskis, “Akışkan Kötülük” başlıklı kitaplarında (Ayrıntı Yay.) “determinist, pesimist, fatalist (kaderci) bir toplumda, korku ve panik dolu bir dünyada yaşadığımızı” söylerler. “Hayallerin, alternatiflerin ve ütopyaların yokluğu, akışkan kötülüğün önemli bir özelliği”dir. İnsanlar “akışkan kötülükle baştan çıkarılır.” Siyasi ve ekonomik sistemle, medya ve sosyal medya diliyle, çocuk oyunlarının bile kuşandığı şirret ve şiddetle baştan çıkanların bir bölümü ise hücrelerine sinmiş, sindirilmiş kötülük ve şiddetle yanı başınızda bitebilir işte.
Bütün bu cinayetler birer “münferit vaka” değil. “Kötülük, kin ve intikam”ın siyaseten ve ekonomik olarak, devlet dilinde de sistemleşmesiyle de besleniyor. Ama Sinem siz değilsiniz, henüz… Eyüp değil belki evladınız… Ne Nilüfer ne Nazlı ne Oktay’sınız şu anda. Ne de Yağız ve Duru’nun baba eliyle biten minicik hayatları yakınınızda.
Oysa “Kötülük” tepenizde, çok uzağınızda değil, “akışkan”la yayılıyor, sizi alıştıra alıştıra “alışılan kötülük” olarak hükmediyor hayata.
“Kötülük” sistemli, organize, hatta adaletsiz adaletle bile beslenen, kışkırtılan bir boyutla her gün kuşatıyor ve gündelik hayatta, sıradan meselelerde, aile ortamında, en yakınında ve yakınlarında “şaşırtıcı” biçimde ama artık şaşırtmayan bir yaygınlıkta gırtlağınıza yapışabiliyor.
Bu kötülük silsilesinde kaybettiğimiz kadınlar, çocuklar, insanlar da bizler gibi, “iyi birer hayat”, bir yana, “bir hayatı” hak etmişti. “İyi birer hayat” umudunun milyonlarca insanın, gencin, çocuğun ufkundan çalındığı bir ülkede, “birer hayat”ları bile aramızdan çekilip alındı.
O yüzden, tam gemi kaptanı olacakken, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldıran “Adalet” devletinin ülkesinde kocasının elinde can vermeden önce yazdıkları vasiyeti olsun bari:
“Çok basit ya… Hayvanları öldürmeyeceksin. Ormanları yakmayacaksın. Kadınlara ve çocuklara zarar vermeyeceksin. Kalp kırmayacaksın. Efendi gibi yaşayıp ölüp gideceksin. Bu kadar basit. İnsan olmak bu kadar basit işte!”
O kadar basit değil belli ki… O yüzden, “sistemleşmiş kör kütük kötülük”e karşı mücadelenin hem kendi hayatımızda, hem ortak hayatlarımızda aşırı ciddiye alınması gerekiyor.
Siz o “siz” değildiniz belki ama “siz” de o “sizler” içinde, “kötülük sisleri” ortasında nefes alıyorsunuz işte! Ne kadar alabiliyorsanız!
Kaynak ve teşekkürler: Umur Talu ve T24.com.tr
Yorumlar (0)