Göç Senfonisi
Fuat Saka’nın Göç Senfonisi, şu sıralar Avrupa’nın taş sokaklarında yankılanıyor. 6 Aralık akşamı Almanya’nın Siegen kenti, salonu dolduran yüzlerce insanla birlikte o yankıya ortak oldu. Bir senfoni dinlemeye gelmişlerdi belki, ama döndüklerinde içlerinde bir göç hikâyesi taşıyorlardı.
Bu eser, nota kağıdına dökülmüş sıradan bir müzik parçası değil. Denizin tuzlu suyuna bulanmış umutların, karanlık teknelerde sıkışmış nefeslerin, sınır tellerinde yırtılmış hayallerin sesi. Fuat Saka, kendisi de bir zamanlar o karanlık sulardan geçmiş biri olarak, acıyı başkalarından değil, kendi yüreğinden biliyor. Onun için bu senfoni bir beste değil, bir tanıklıktır.
İstanbul’da, Hatay’da ilk kez ses bulduğunda da aynı şeyi yapmıştı: Göçmenlerin sessiz çığlığını orkestraya teslim etmişti. Şimdi ikinci kez Avrupa yollarına düştü. Her kentte aynı sahne yaşanıyor; perde açılıyor, ışıklar kısılıyor ve birden bire dinleyici kendini Ege’nin ortasında, dalgalarla boğuşan bir teknede buluyor. Kimisi gözlerini kapatıyor, kimisi gözyaşını saklamaya çalışıyor. Çünkü o melodi, sadece kulağa değil, vicdana da dokunuyor.
2026’da Mersin’de sahnelenecekmiş. Güzel. Ama bir yer var ki, senfoni orada henüz bir kez bile çalınmadı: Doğduğu yer, Datça.
Palamutbükü’nün gece gündüz demeden, dalga seslerini dinlermiş. İşte o ritim, o iniş çıkış, o bitmeyen uğultu, senfoninin kalbi olmuş. Datça’nın kayalıklarına çarpan suyun öfkesi, teknelerin gizlice yanaştığı koyların sessizliği, sabahın ilk ışıklarında kıyıya vuran cansız bedenlerin çaresizliği… Hepsi o melodilerin içinde saklı.
Datça, aynı anda hem göçün en acı yüzünü görüyor, hem de senfoninin anavatanı. İnsan kaçakçılarının motor sesleri gece boyunca koyları inletirken, birkaç kilometre ötede, belki de aynı anda, bu eser yazıldı. Kıyıdaki fener hâlâ yanıyor, ama kendi evindeki çığlığı duymuyor.
İnsan düşünmeden edemiyor: Bir yer düşünün ki, hem acının merkezi hem sanatın doğduğu toprak olsun. Ve o toprak, kendi çocuğunun sesini hâlâ duymamış olsun. Sanki “Kardeşim duymaz, el oğlu duyar” sözü, tam da bu günler için söylenmiş.
Siegen’de, Köln’de, Amsterdam’da insanlar ayakta alkışlarken, Palamutbükü’nün kahvesinde hâlâ “Ne senfonisiymiş bu?” diye soranlar var. Oysa birkaç kilometre ötede, her gece aynı denize bakıyor. Aynı dalga, hem bodrumdaki teknelerde umut arayanların üstünü örtüyor, hem de senfonide bir vurmalı çalgı gibi yankılanıyor.
Datça’nın bunu hak etmediğini düşünüyorum. Ne senfoni Datça’sız kalacak kadar büyük bir yalnızlığı hak eder; ne de Datça, kendi evladının sesini yabancı salonlarda duyup kendi sahilinde sustuğu için bu utancı taşımayı hak eder.
Bir gün, belki yaz sıcağında, belki sonbaharın serin bir akşamında, Datça Amfi Tiyatro dolar. Işıklar söner. Ve ilk keman, o tanıdık dalga sesini taklit ederek yayını çeker. O an, dinleyiciler arasında oturan nine, dede, balıkçı, öğretmen, öğrenci… Hepsi aynı şeyi hisseder: Bu bizim hikâyemiz. Bu bizim çığlığımız. Ve bu kez, evinde duyuluyor.
Fuat Saka sahnede gözlerini kapatır. Çünkü bilir; deniz susmaz, acı susmaz, umut da susmaz. Yeter ki biri onları dinlesin.
Datça dinlesin.
Kendi evinde, kendi çocuğunu.
Çünkü bazı çığlıklar, ancak doğduğu yerde susturulur. Yaralar olduğu yerde sağalır...
Göç Senfonisinden kısa kısa:
Yorumlar (0)