Suriye, Ortadoğu'nun Yeni Kara Deliği mi?

Emperyalist güçlerin bu stratejisi, Suriye’nin toplumsal dokusunu da derinden etkiliyor. Ülke, milyonlarca mülteciyi üreten bir şiddet sarmalında sıkışmış durumda. Şehirler yıkılmış, ekonomi çökmüş ve halk, günlük hayatta kalmak için mücadele ediyor. Demokratik bir yapı, halkın iradesini yansıtarak dış müdahaleleri zorlaştırırdı; otoriter bir rejim ise tek bir müttefik yaratırdı. Oysa mevcut durum – HTŞ eliyle yönetilen, parçalanmış bir Suriye – herkesin “kazanmasını” sağlıyor: Türkiye mülteci ve Kürt sorununu yönetiyor, Rusya üslerini koruyor, İsrail sınırlarını genişletiyor, ABD petrolü denetliyor. Bu “arka bahçe” modeli, Lübnan ve Irak’tan ders alınarak mükemmelleştirildi.

Suriye, Ortadoğu'nun Yeni Kara Deliği mi?

 Emperyalist Güçlerin Arka Bahçesi

Suriye, on yıllardır süren iç savaşın ardından, 2024 Aralık’ında Beşar Esad rejiminin devrilmesiyle yeni bir döneme girdi. Ancak bu “değişim”, ülkenin istikrar kazanmasını sağlamadı; aksine, küresel ve bölgesel emperyalist güçlerin stratejik hesaplarının bir parçası haline geldi. ABD, Rusya, Türkiye, İran ve İsrail gibi aktörler, Suriye’yi yeniden inşa etmek yerine, onu paylaşılacak bir meta olarak görüyorlar. Hiçbir yatırım yapmadan en fazla çıkarı elde etmeyi hedefleyen bu güçler, maliyeti yüksek olan tam bir işgali tercih etmiyor. Bunun yerine, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) gibi vekil gruplar aracılığıyla ülkeyi bir “arka bahçe” olarak kullanmayı planlıyorlar. Bu yaklaşım, Suriye’nin yakın tarihine ve güncel jeopolitik dinamiklerine bakıldığında, acı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.

Tarihi paralellikler, bu stratejinin yeni olmadığını gösteriyor. Lübnan, 1975-1990 iç savaşı sonrasında benzer bir kaderle yüzleşti. Ülke, mezhepsel bölünmelerle yönetilemez hale getirildi; İran destekli Hizbullah, Suudi Arabistan’ın finanse ettiği Sünni gruplar ve İsrail’in güneydeki müdahaleleriyle Lübnan, bağımsız bir devlet olmaktan uzaklaştı. Bunun yerine, bölgesel güçlerin vekil savaşlarının arenası haline dönüştü. Benzer şekilde, 1990-1991 Körfez Krizi sonrası Irak, ABD öncülüğündeki koalisyon tarafından işgal edildi ve parçalandı. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra, ülke farklı nüfuz bölgelerine ayrıldı: İran kuzeydoğuda etkisini artırırken, ABD ve müttefikleri petrol zengini güneyi denetim altına aldı. Bugün Irak, hala iç çatışmalar ve dış müdahalelerle boğuşuyor – tam da emperyalist güçlerin istediği gibi, zayıf ve parçalı bir yapıya sahip.

Suriye’de de benzer bir senaryo oynanıyor. 2025 itibarıyla, ülke fiilen bölünmüş durumda. Rusya, kıyı şeridini (Tartus ve Lazkiye) askeri üslerle korurken, bu bölgeleri stratejik bir kale haline getiriyor. Türkiye, kuzeyde HTŞ’yi destekleyerek etki alanını genişletiyor; mülteci akınlarını yönetmek ve Kürt gruplara karşı pozisyon elde etmek için bu grubu bir araç olarak kullanıyor. İsrail, 1967’den beri işgal ettiği Golan Tepeleri’ni yetmezmiş gibi, 2024 sonrası güneye doğru ilerleyerek Süveyda ve Dara bölgelerini ele geçirdi. ABD ise doğuda, petrol kaynaklarını denetleyerek ekonomik çıkarlarını güvence altına alıyor. Bu paylaşım, tam bir egemenlik yerine, paylaşımlı bir kontrol mekanizması kurmayı tercih ediyor. Ne tam bir demokrasi inşasına ne de güçlü bir otoriter yapıya izin veriyor; çünkü her ikisi de dış müdahaleleri zorlaştırır.

HTŞ’nin rolü, bu stratejinin merkezinde yer alıyor. Eskiden El Kaide bağlantılı bir grup olarak bilinen HTŞ, Türkiye’nin desteğiyle “ılımlı” bir imaj kazanmaya çalışıyor. Ahmed al-Shara liderliğindeki “geçici hükümet”, diplomasi çabalarıyla bölgesel aktörlerle görüşmeler yapıyor; ancak gerçek güç, dış müdahalelerde yatıyor. HTŞ, Suriye’yi stabilize etmekten ziyade, onu bir arka bahçe olarak tutma stratejisinin parçası. Türkiye, HTŞ üzerinden kuzey Suriye’yi kontrol ederken, mülteci krizini yönetiyor ve  Kürt gruplara karşı tampon bölge oluşturuyor. Rusya ve İran, Esad’ın düşüşüyle nüfuzlarını kaybetse de, kıyı bölgelerinde kalmak için pazarlık yapıyor – örneğin, Rusya Hama ve Humus’a üslerini genişletmeyi planlıyor. ABD ve İsrail ise, İran’ın “direniş ekseni”ni kırmak için HTŞ’nin yükselişini fırsat biliyor; bazı raporlar, İsrail’in HTŞ’ye dolaylı destek verdiğini öne sürüyor.

Bu paylaşımcı yaklaşım, neden tam bir işgalin tercih edilmediğini de açıklıyor. Tek bir gücün tam hakimiyeti, diğerlerini dışlayarak çatışmayı tetikleyebilir. Örneğin, ABD’nin Suriye’yi tamamen işgal etmesi, Rusya ve İran’la doğrudan savaşa yol açardı. Bunun yerine, vekiller üzerinden kontrol, maliyetleri düşürüyor ve dengeyi koruyor. 2025’te Suriye hala iç çatışmalarla yüzleşiyor: IŞİD saldırıları devam ederken, mezhepsel gerilimler artıyor – örneğin, Alevilere yönelik katliam iddiaları sıklaşıyor. BM Güvenlik Konseyi toplantıları, insani yardım ve siyasi gelişmeleri tartışsa da, gerçek değişim dış güçlerin anlaşmalarına bağlı kalıyor.

Emperyalist güçlerin bu stratejisi, Suriye’nin toplumsal dokusunu da derinden etkiliyor. Ülke, milyonlarca mülteciyi üreten bir şiddet sarmalında sıkışmış durumda. Şehirler yıkılmış, ekonomi çökmüş ve halk, günlük hayatta  kalmak için mücadele ediyor. Demokratik bir yapı, halkın iradesini yansıtarak dış müdahaleleri zorlaştırırdı; otoriter bir rejim ise tek bir müttefik yaratırdı. Oysa mevcut durum – HTŞ eliyle yönetilen, parçalanmış bir Suriye – herkesin “kazanmasını” sağlıyor: Türkiye mülteci ve Kürt sorununu yönetiyor, Rusya üslerini koruyor, İsrail sınırlarını genişletiyor, ABD petrolü denetliyor. Bu “arka bahçe” modeli, Lübnan ve Irak’tan ders alınarak mükemmelleştirildi.

Ne yazık ki, bedeli Suriye halkı ödüyor. Milyonlarca insan evlerini terk etmek zorunda kaldı, çocuklar eğitimden mahrum kaldı ve toplum, travmalarla dolu bir geleceğe mahkum edildi. Gerçek bir çözüm, ancak dış güçlerin çekilmesiyle mümkün – ama bu, ufukta görünmüyor. Suriye’nin kaderi, emperyalist hesaplara kurban ediliyor; ve bu, Ortadoğu’nun genel trajedisini yansıtıyor. Belki bir gün, halkın sesi dış müdahalelerin gürültüsünü bastırır; ancak şu an için, ülke bir satranç tahtası gibi, güçlülerin hamleleriyle şekilleniyor.

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış