Denizlerde Özgür Olmak Onun Hayaliydi

Bu yarımadada bir kuşak özellikle 1980’li yıllarda genç olanlar, dünyadaki gençlik hareketlerinden etkilendiler. Dünyayı değiştirmek adına kendilerini kanıtlamak için çok çaba gösterdiler, idealleri çok yükseklerde idi, ama ne yazık ki pek çoğu bu sistemin dişlileri arasında yok olup gittiler. Büyük yazar Yaşar Kemal’in deyimi ile “O güzelim insanlar, o güzelim atlara bindiler, gittiler.”

Denizlerde Özgür Olmak Onun Hayaliydi

Angaz, Yitik Zamanların İnsanları

1970 ve 1980’li yıllarda genç olanlar; gerek üniversiteli, gerekse okuyamamış gençler, oldukça yüklü ideallerle donanmıştı. Çünkü onların ebeveynleri, cumhuriyetin henüz yeni nesilleri idi. Bu idealler, onları çok büyük maceralara sürükledi. Kimileri canından oldu, kimileri eğitim öğretim haklarını kaybetti. Kırsalda da benzer olgular, aynen paralel bir şekilde gerçekleşti. Zira okumak için büyük kentlere giden gençler, köylerine döndüğünde köydeki gençliği de etkiliyordu. Ben de şimdi bu değerlendirmeler çerçevesinde; Anadolu’nun ücra bir yerinde doğmuş, önceleri keçi çobanlığı yapmış, sonra da hayat onları nerelere savurmuşsa; bir kaç kardeşimizin ideallerle gerçekliklerin arasına sıkışıp kalmış hayatlarından bir kısa kesit sunayım.

Denizlerde Özgür Olmak Onun Hayaliydi

Hakkı ve kardeşi Üstat (Karakaya)... Denizlerde özgür olmak onun hayaliydi...

Bu kimliklerden Hakkı, Çeşmeköy doğumlu fırıncı Talip ya da Topal Talip adıyla bilinen Talip Amcamızın altı çocuğundan üçüncüsü… Hakkı’nın büyüğü Mehmet Ali, yıllarca Bük’te fırıncılık yaptı. Fırında yattı, fırında kalktı. Evlenmedi. Mehmet Ali, kendisine sunulan pek çok teklife sırt çevirmiş ilginç biriydi. Türkiye’nin zengin ailelerinin teknelerinde çalışırken; dönmüş memleketine, bir daha da memleketinden çıkmamış. Babasının mesleğini sürdürmüş. Bu tür insanların en yakın arkadaşı içkidir. Bunlar gibi ve bu kuşakların pek çoğu, deyim yerinde ise heder oldu gitti. Hepsi erken yaşlarda gittiler.

Kaptan vardı mesela; derken Pipo’nun Mehmet geldi aklıma. Kaptan da fırıncı idi; babası Nevres Kaptan olarak bilinirdi. Bodrum’a insan ve mal taşırdı. Çok genç yaşlarda onlar aramızdan ayrıldı. Pipo’nun Mehmet’in ise, on parmağında on marifet vardı. Çok sevilen bir kimlik idi. Her insanın yardımına koşardı ve ücret konusunda gönülsüzdü. O da bir ihmalin kurbanı oldu. Bu üç şahsiyet, buralarda çok sevilmiş ve toplumda hatırı sayılır bir yer edinmişler. Yazık ki hayatlarının baharında yok olup gittiler.

Hakkı da onlardan birisi; belki de en göze çarpanı idi. Sevimli idi, cana yakın ve yalın bir kişiliği vardı. Oldukça da komik idi Hakkı, Özal döneminin çok önemli kişilerinden bir emekli politikacının evinde yardımcı eleman olarak çalışıyordu. Ama memleket hasreti, her şeyin üstünde geldi. Hakkı bu hasrete dayanamadı. Döndü memleketine. Ne de olsa yakın geçmişinde, dedesi keçi çobanı idi. Kendisi de yapmıştı bu işi. Kırlarda dağlarda gezmek hoşuna gidiyordu. Derken Palamut Bükü’nün turizm adına kıpırdanmaya başladığı yıllar gelip çattı. Özellikle üniversitede okuyan arkadaşları, bu bölgenin turizm potansiyeli yönünden çok zengin olduğunu biliyordu. Onlar da bu pastadan pay alma adına bir şeyler yapmanın telaşındaydılar. Şef amcaları yetişti imdatlarına. Denize sıfır bir yerde restoran açacak ve limandan gelen teknelere hizmet vereceklerdi. Öyle de oldu. Restoranın adını Hoppa koydular. Hoppa, buralarda biraz da oynamaya kalkma ve insanlarda bir istek yaratma, teşvik etme amacı için kullanılır. Her şeye rağmen kulaklarda çabucak yer eden bu isim, kısa zamanda yayıldı, meşhur oldu. Gelen yabancıların her türlü ihtiyacı karşılanıyordu. Masada domuz istense bile, çok kısa zamanda domuz avlanıp, derisi yüzülüp, müşterinin önüne konuyordu. Ayrıca teknelerden çıkan yabancılar, sabahlara kadar eğlendiriliyordu.

Hakkı, zaten gelen teknelerin hangisinin angaz (enkaz buralarda angaz olarak söyleniyor) olup olmadığını karşıdan biliyordu. Ona göre hizmet sunuluyordu. Burada angaz tekne deyimi, genellikle tek direkli ve yolcuları gariban olan tekneler için kullanılıyordu. Hakkı, ayna, kıç ya da tirhandil tekneleri ezberlemişti. O teknelerin müşterileri patronlardı. İşte böyle anlarda Hakkı bir izdivaç gerçekleştirmişti. Bir İngiliz hanım ile hayatını birleştirmiş ve evlilikten kızları doğmuştu. Hakkı kızının adını Marin koymuştu. Marin, buralarda bir su kaynağının olduğu yer, bir sayfiye yerinin adı olarak bilinir. Hakkı’nın küçüklüğü, oralarda geçmişti ve pek çok anıları vardı; Marin ile ilgili. Hakkı, eşinin arkasından dayanamadı ve İngiltere’ye gitti. Çünkü eşi orada çalışıyordu ve Hakkı’nın burada işi yoktu. Ama Betçe’li olmanın temel özelliği yaşadığı coğrafyaya olan düşkünlüğü idi. Bu yüzden de Hakkı’nın orada yaşama imkânı yoktu. Döndü geldi; hem de yalnız. Eşi ve çocuğu orda kalmıştı. Bir yanda kırsalın içinde alabildiğince özgür ve sorumsuz yaşamayı seven Hakkı ile diğer yanda da emperyalizmin göbeğinde, insanın iliklerine kadar sömürüldüğü sanayi kentinde düzenli disiplinli bir hayat vardı. O ortamda Hakkı olamazdı ve çekti, geldi. Eşi orada çocuğunu büyüttü ve bir daha görüşmediler. Hakkı öldüğü gün kızına haber verildi ve kız kalktı geldi. Hakkı kardeşimizi anlatırken araya evliliğini soktuk. Biz yine geriye dönelim Hoppa Restorana…

Hakkı’nın burada arkadaşları ile oluşturdukları bu güzel kurgulanmış ve hayata geçirilmiş olan iş, bir süre sonra, her nedense son buldu. Oysa gelen her ulustan türlü türlü müşteri, bu mekânda bir kaç dil bilen garsonlar sayesinde çok iyi karşılanıp ağırlanıyordu. Yine de bu işler yürümedi. Sebebi çok basit; bizim Datçalı, keyfine fazlaca düşkündür. Öyle uzun süreli ve devamlı işler, onları sıkar. Daha sonraları Hakkı, bir kaç sene Knidos’ta çalıştı. Müşteri temsilciliği onun alanı idi. Hakkı, müşteri karşılama ve onlara sıcak davranma konusunda uzmanlaşmıştı. Limana demir atan teknelere gidiyor o insanları davet ediyordu. Tabi angaz teknelere pek yanaşmıyordu.

Bu arada Hakkı, Knidos’ta bir armatör ile tanıştı. Armatör, Hakkı’yı çok sevdi. O kadar sevdi ki; Hakkı’nın sağlık sorunlarını çözmek için onu İstanbul’a getirtti. O yıllarda, bu olaya ben de şahit olmuştum. Bir bahar mevsiminin ılık mı ılık, yeşilin duvarlardan bile fışkırdığı bir gün idi ve bir taksi Hakkı’yı almaya geldi. Taksi, onu Dalaman Havalimanına götürüp uçağa bindirecekti. Aynen öyle oldu ve Hakkı, İstanbul Boğazı’nda bir villada, özel hizmetçiler eşliğinde yaşamaya başladı. Bir dediği iki edilmiyordu. Bu durum Hakkı’ya çok garip geldi. Çünkü o hep hizmet veriyordu; insanlardan üç kuruş daha fazla alabilmek için her türlü fedakârlığı yapardı. Şimdi de hizmetkârlar ayağına geliyor ve bir dediğini iki etmiyorlardı. Villada her şey vardı ve ayağına getiriliyordu. Hakkı için çok garip bir durumdu.

Denizlerde Özgür Olmak Onun Hayaliydi

Güzel gülerdi, onu şapkası ve güzel gülüşüyle hatırlayacağız...


Aslında Hakkı’nın kalp sorunu da vardı. Ağzında sağlam dişi yoktu. Pala bıyıkları, Hakkı’nın dişsiz olan ağzını örterdi. Bu sayede Hakkı, bu halinden kendini kurtarıyordu. Dişleri tamamen yapılacak olan Hakkı’nın bir de kalp problemi çıkınca, bu kez kalp ameliyatına karar verildi. Armatör, her türlü masrafı üstleneceğini söylediği halde; Hakkı, bir sabah villadan kaçtı ve memleketine döndü. Artık kaçınılmaz sonun saatleri işlemeye başlamıştı. Hakkı eski yaşantısına devam etti ne yazık ki. Sabah kahvaltısı yerine içki, öğlen aynı, akşam aynı. Bu arızalı veya Hakkı’nın deyimi ile angaz vücut, bu yükü taşıyamazdı. Nitekim taşımadı. Oysa armatör kardeş, Hakkı için Knidos Restoranı peşin kiralamayı bile göze almıştı. Hakkı işletecekti Knidos’u. Armatörde para çoktu ve Hakkı’yı çok seviyordu. Hakkı’da çok istiyordu işinin patronu olmayı, ama bendeniz biraz uyarmıştım kendisini. Bu tip yerler, kritik noktalardı; bu insanlar da uluslararası sularda geziyorlardı. Patronlardı bunlar ve istedikleri ülkeye yatları ile uğruyorlardı. Hatta Sömbeki adasında krallar gibi karşılandığını duymuştum. Buraları onlar avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Ne olur ne olmaz diye Hakkı’ya bir uyarı çekmiştim. Zaten Hakkı’nın ömrü de bu işe yetmedi.

Bu yarımadada bir kuşak özellikle 1980’li yıllarda genç olanlar, dünyadaki gençlik hareketlerinden etkilendiler. Dünyayı değiştirmek adına kendilerini kanıtlamak için çok çaba gösterdiler, idealleri çok yükseklerde idi, ama ne yazık ki pek çoğu bu sistemin dişlileri arasında yok olup gittiler. Büyük yazar Yaşar Kemal’in deyimi ile “O güzelim insanlar, o güzelim atlara bindiler, gittiler.

Yazar hasan doğan

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış