Köy Enstitülü Bir Yazar: A. Cahit Çete

Bu gün sağlık ocağı onun sayesinde hizmet vermektedir. Aslında bir kamyon şoförü olan Fikri abim ayaküstü sohbetimizde “çok ayıp ettik hocama” dedi. Bunu söylerken gerçekten samimiyetini görüyorum. Fakat bu bağışlanamaz hata muhtarlık kurumuna aittir. Bir gerçeği ben de burada dile getiriyorum. Bu büyük insandan bu konu ile ilgili hiç bir şey duymadım. Üstelik açılışa davet etmediklerini duyunca, ben bu işin içinde mutlaka başka şeylerin olabileceği konusunda kuşkularım oldu. Her şeye rağmen “bu insanın bu köyde adının mutlaka geçmesini, üstelik sağlık ocağına adının verilmesini yetkililerden özellikle rica ediyorum”.

Köy Enstitülü Bir Yazar: A. Cahit Çete

TATİLDE KİTAP OKUYALIM PROJESİNİN MİMARI VE İLK UYGULAYICILARINDANDI...

Sene 1944 Dünyamızda ortalık toz duman. İkinci Dünya savaşı başlayalı beş yıl olmuş. Reşadiye Yarımadasında bu kötü savaştan habersiz bir avuç insan, kendi halleri ile yaşam mücadelesi veriyorlar. Kendi üreten ve ürettiği ürünü tüketen buradaki bu topluma yeni kurulan Cumhuriyetin ellerini uzatır. Cumalı köyü Çeşme mahallesine bir okul için Rodos adasından üç yapı ustası çağrılır. Bir de Sındı köyünden Bekir Usta’ya davet edilir. Köy meydanında muhteşem yapıyı bina ederler.

Sene 1927’dir. Okula öğretmen tayini yapılır. Ancak yol olmadığı için denizden köye ulaşır öğretmenler. Çeşme köyünün beş öğretmenli okulunda Sabahat Selçuk Hanım, Necla Bengi Hanım ile Necati Bey, Bekir Bey ile Hüseyin Bey gibi öğretmenleri daha önce babamız rahmetli Ali İhsan Fidan’dan duymuştum. Hatta sınıf olarak çocukluk halleri ile tempo tuttuklarını söylemişti. O da şöyle. “Necla Bengi Bekir öğretmenin dengi” diye tempo tutarlarmış. Bekir Öğretmen okulda çok sevilen bir öğretmen. Son sınıfı okutan Bekir Öğretmen yayan olarak öğrencileri Knidos’a kadar götürmüş. Oradan da  Fenere çıkmışlar. Baba, bu gezilerini hep anlatırdı. Demek oluyor ki: bazı anılar belleklerden hiç mi hiç silinmiyor. Knidos’un Feneri yine o yıllarda bir Fransız firmasına yaptırılmış. Yıl 1933, bu firma feneri 20 yıl  çalıştırmış. Sonra da Bodrumlu bir aile fenerde görev almış. Mehmet Bora, Betçe yöresinin Fenerci Amcasıdır ve eli de çok beceriklidir.

Bu çocuklar, bu güzel anılarının arkasından okullarından mezun olurlar. Sonra Datça Maarifinden gelen bir yazıda, fakir aile çocuklarını Maarife bildirilmesi istenmektedir. Daha  önce  de başka gurup öğrenciler bildirilmiş ve onlar bir şekilde İzmir’in  Kızılçullu Köy Enstitüsünde eğitime başlamışlar. Bunlar Asım Bozalan, Muzaffer Pilavcı, Refik Selçuk, Mukadder Tokcan, Nizamettin ve Cahit Tokcan’dır. Bu sene de aynı okul ve çevresinden çok fakir öğrenci isimleri istenmektedir. A. Cahit Çete, Bekir öğretmenin gözdesidir. Listenin başında o vardır. Yaşı en küçük ve gelişimi en zayıf olan A. Cahit’in de bulunduğu liste, Datça Maarifine gönderilir. Tahtadan bir valiz çakılır oğlana. Don gömlek evdeki ıstarlarda dokuma ile ayakkabı, bu yaşta çocuğa nereden bulunur ki? O yıllarda  en meşhur giyim eşyası nalın. Yaşlısı genci çocuğu ayağına nalın.. o da yoksa çıplak ayakla yürünecek. Kimdir bu çocuklar? Bölgemizdeki  Karaman ailesinden iki çocuk İhsan Karaman ve Sait Karaman ile  A. Cahit Çete, Naim Gündoğan ve  Fevzi Dinçeriş. Bu son çocukta Yazı köylü bir kadına Bodrum ilçesinden evlatlık gelmiş. Hava çorbası, bulgur aşı başka hiç bir şeyin olmadığı bir dünya burası. Ekmekler arpadan. Cahit öğretmen bir gün bana şiddetle karşı çıkmıştı. Konu kabak çiçeği dolmasının içine pirinç konmazmış. O çocukluk hallerinden gelen ve bilinç-altından hiç de söküp atamadığı “yaprak sarmanın içine” ısrarla “bulgur konulur” derdi. Cahit hocanın zor yıllarından gelen bilinçaltına kazınmış anılarıdır bunlar. Taze soğanı bile yerken önce yeşil yaprağından başlardı. Böyle yokluk yılları bir de üstüne üstlük ikinci Dünya savaşının getirdiği ağır tahribatlar. Bütün bunlara rağmen genç Cumhuriyetin yeni nesil yetiştirme çabaları. Hasan Ali Yücel ve ekibi arka arkaya açılan Enstitü okulları.

DÜNYADA EN UZUN OKUL YOLCULUĞUNA KISACIK BİR TEKRAR

Beklenen haber  Datça Maarifinden geldi. Toparlanın çocuklar gidiyorsunuz. Ama nasıl?  Hangi yolla. Bir tek yol var, başka da yok. Hopa limanından gelen T.C. gemisine binilecek. Bavullara kuru yiyeceklerin en başında kıtırak, yani kurutulmuş ekmek ve katmer börek gibi yiyecekler konacak. Bir de yol harçlığı. Paraları bir kesede ve bu keseyi de boyunlarına asmaları gerekir. Anneler arpalarını değirmende öğüttüler ve mis gibi arpa unundan Kahi yaptılar. Börek açtılar. Kol böreklerini bir çıkıya sarıp sarmaladılar. Tahta bavullar tamamı yiyeceklerle doldu. Gün geldi çattı, asker uğurlaması gibi bir törenle uğurlandılar. Gelenekleri öyleydi. Askere giden genç davul zurna eşliğinde köyün dışında bir yere kadar uğurlanır. Anneler küçücük yavrularının arkalarından ağlaştılar. Köyün çıkışı olan Yaskam’a kadar arkalarından gittiler.

Çocuklar başlarında Refik Selçuk ağabeyleri eşliğinde yalınayak yola koyuldular. Datça 25 km. Bavullar yüklü ama olsun. Yolculuk geleceğe, doğuya güneşin doğduğu yere idi. Çocuklar bu his ve şevkle gidiyorlardı. Datça’ya geldikleri anda bir kötü haber onları bekliyordu. Onlar bu hoş olmayan durum yani gemi seferinin savaştan dolayı ertelenme haberlerinden bilgileri yok. Savaş yılları, etraf kan kokuyor. Datça Denizlerinin altı kaynıyor ve bir yanda Alman diğer yanda İngiliz denizaltı gemileri birbirlerini kovalıyor bombalar peşi sıra ateşleniyordu. Çocukların iştahları kursaklarında kaldı maalesef. O yıllarda bir gemimiz vardı ve her on beş günde bir Datça’ya uğruyordu. Gemi Hopa Limandan kalkıp İskenderun’a kadar gidiyordu. Ancak bir şeyler oldu ve gemi gelmedi. Daha önce de hatırlatmıştık. Ortalık toz duman. Gemi kaptanı seferini iptal etmiş. Çocuklar köylerine mecburen geri dönerler bir dahaki sefere beklenecek. O kadar hazırlık boşa gitti. 15 gün çok çabuk geçti ve anneler yeniden hazırlıklarını yaptılar. Yeniden yola çıkış ve Datça’da bekleyiş, bu kez de kötü haber.

Abi Refik Selçuk tavrını koyar “Marmaris’e yayan gidiyoruz. 90 km alsa alsa iki gecemizi  alır” dedi ve kararını verdi. Bir gece Alavara yakınlarında bir bağ evinde ertesi gün de Örküz’de bir değirmende yalvararak değirmenciyi ikna ederek çuvalların üzerinde yattılar. Üçüncü gün Marmaris göründü.  Refik Selçuk gemi soruşturması yapacak bunun için de bir kaç gün süreceğini tahmin ettiği için bu kalma süreci içinde Datçalı bir lokantacıyı tanıyordu oradan yemek yiyeceklerdi. Bir hafta o kadar çabuk geçti ki ne gelen var ne de giden. Yine Abi Refik Selçuk, kararını verdi. Hep birlikte Muğla’ya gideceklerdi. İki gün sürecek yolculuğa çıktılar. Son durak, Muğla Yağcılar Hanı. Oradan sonra Aydın kolaydı. Yola çıkacaklar ve yolda bir posta arabası mutlaka denk gelirdi. Öyle de oldu. Yolun bitimine çok az kala bir posta kamyoneti onları aldı. Kamyonetin kasasının en arkasında ayaklarını sarkıtarak yolculuk yapmak ve o andaki duydukları çocukça zevki siz de bir hayal edin. Yorgun ve de bitkin ayakların kasada öylesine sarkışını. Sanki 200 km onlar tarafından kat edilmedi. Kamyonetin topraklı yolda giderken arka tekerleklerin savurduğu toz, onların umurunda bile değildi. Aydın’a geldiler ve Refik Selçuk Muğlalılar Otelini iyi biliyordu. Oraya yerleştiler. Tren bileti alacaklar, ama para yetmiyor. Ne yapmalı? Tanıdık kimse yok ki borç para isteyelim.

Yine Refik Selçuk sahneye çıkıp inisiyatifini kullanıyor. 16 yaşında bizlere göre çocuk.. ama şartlar onu olgunlaştırmış ve problem çözmeye zorlamış. Refik Selçuk gece uyuyamaz ve düşünür, çözüm bulmak zorunda ve geriye dönmeyi asla aklına bile getirmez. Sabah erkenden ekibi hazırlar ve komutunu verir. Milli Eğitim Müdürüne çıkacaklar ve ondan yol parası isteyecekler. Müdürün kapısı çalınır ve tek sıraya girer çocuklar, Refik başlarında konuyu açar ve uzun bir çileli yolculuktan sonra Aydın’a ulaşabildiklerini anlatır. Yol çok uzun ve bu yüzden paralarının tren biletine kalmadığını anlattı. Müdür bir çocuklara bakar bir mevzuata. Ne yardan ne de serden. Başlar odada volta atmaya. Çocuklar duvar dibinde tek sıra. Masum yüzleri müdürün kalbine bıçak gibi delip geçiyor. O da bir çözüm bulmalı ana nasıl? Müdür uzun voltalardan sonra döner, Refik Selçuk’a “bak beni iyi dinle” der. “Üçünüz için para çıkarıyorum geri kalan üçünüz trene kaçak bineceksiniz. Siz beni yasa dışına taşırdınız ben size aynı şeyi yapıyorum” der. Müdürün gözlerinden bir damla yaşın aktığını görür, hazıroldaki çocuklar. Bu bir damla yaşı hayatları boyunca unutamazlar. Sorun hallolur ve tren biletleri alınır.

Otellerine dönerler. Bir de ne görsünler otel mühürlenmiş. Bavullar kaldı odalarında, her türlü resmi evrakları da kaldı. Refik Selçuk yine karar ve inisiyatif sahibi. Valiye çıkılıp mührü bozdurup otel açtırılacak. Aynen öyle olur. Vali mührünü bozdurur. Çocuklar mutlu ve hayatlarında hiç görmedikleri kara trene binecekler en az 300 km yolu kat edecekler. Hem de içlerinde kaçak olarak binen arkadaşları ile birlikte. Uzun tren yolculuğu başlar hepsi de mutludurlar. Hedef Burdur Tren Garı. Bir adım sonra Antalya. Çocuklar ilk bilet sınavı başarırlar. Bilet kontrolcüsü gelir ve kaçak olanlar bir şekilde başka bir kompartman derken olayı geçiştirirler. Ancak son kontrolde birisi yakayı kaptıracaktır. İlginçtir  biletçi olayı öğrenir ve görmezlikten gelir. Sağ Salim Burdur’a ulaşılır. Ceplerinde beş kuruş paraları kalmamıştır.

Yine Refik Selçuk devreye girer. Bir taksi şoförünü ikna eder. Parasını Antalya’ya ulaştıkları zaman verecektir. Nasıl verecek kimden alacak henüz bu soruların yanıtı yoktur. Ama öncelik Antalya’ya kapağı atmaktır. Şoför onları Antalya’ya ulaştırır. Refik Selçuk daha önce bir şeyler aldığı bakkala derdini anlatır. Bakkaldan borç alınır ve ödeme yapılır. Başkanlarının 16 yaşında gerisinin 12 yada 13 yaşlarında olan bu çocukların uzun yolculuğu gerçekten dile kolay geliyor.

Sevgili okur kardeşim bu hikayeyi ben ikinci kez yazıyorum. Bir üçüncüsünü yazar mıyım,  emin değilim. Ancak bu olay, yaşanmış ve çağımıza örnek olabilecek, ders çıkartılacak bir olaydır.

ÖĞRETMENLİK YILLARI SONRA MÜFETTİŞLİK

Köy Enstitülü Bir Yazar: A. Cahit Çete

Cumalı köy sınırları içinde kalan  ve Yarımadanın kuzeyinde Değirmen Bükü tarafındaki değirmenden ayağında nalın ile her gün geldiği okuldan akşam yine Değirmene dönmekle başlar okul hayatı. Bu yol bir çocuk için oldukça uzun bir yoldur. Değirmenci olan babasının yanında böyle bir hayata adım atar. Küçücük ve çelimsiz hali ile Antalya Aksu Köy Enstitüsünü 1949 yılında bitirir. Aynı yıl ilk görev yeri olan Fethiye ilçesi Kayacık köyüne tayini çıkar. Onun çok büyük bir hayali vardır. Bu hayal, onu  köy günlerinde ve gecelerinde rahatsız eder. Sonuçta gece ve gündüzlerin birikimi onu  İstanbul yolunu tutturur. Notları, İlkokullar 1-2-3 sınıflar için Hayat Bilgisi dersleri notlarıdır. Arif Bolat Yayınevi, o yıllarda çok meşhur yayınevidir. Bu notları görünce gerçekten çok şaşırır. Sonuçta basılmadığı halde bu yayınevi A. Cahit Çete’ye on yıl boyunca telif ücreti ödemiştir. Ayrıca bu yayınevi, her yıl 40 adet yeni basılmış eserleri de on yıl boyunca A. Cahit Çete’ye göndermiştir. O yazmaya devam eder. İlkokullar için Matematik ve Fen Bilgisi dersleri ile Hayat Bilgisi kitapları yanında tatil kitapları da vardır. Milli Eğitim Camiasının öğretmenleri onu yazar olarak tanır ve bilir. Bu arada kendi köyü Cumalı dahil, Muğla’nın değişik ilçelerinde çalışır. Milas ve Bayır gibi.

1960 yılında da müfettişlik için Ankara’ya staja çağrılır. Altı ay süren bu süreç sonunda artık A. Cahit Çete müfettiş olarak Denizli iline tayini çıkar. Orada hem kitap yazma hem de müfettişlik beraber devam eder. Denizli’de tanıştığı Milli Eğitim Müdür Yardımcısı olan Mehmet Erdal onun kitaplarını basıp, yayınlar. Mehmet Erdal ile bu ilişkiler uzun süre devam eder. O hem Milli Eğitim için kitap yazmakta, ayrıca çocuk kitapları konusunda hayli eserler vermektedir. Nitekim emekli olup İzmir’e yerleştiğinde Bük Basın Yayın ve Dağıtımı kuracaktır. Ben de onu 1970 yıllarının sonlarında tanımaya başladım. Artık o müfettişlikten emekli olmuş. Ayrıca İlkokullar için yazdığı matematik ve Fen Bilgisi kitapları Milli Eğitim Müfredatı tarafından kabul görmüş eserleri yıllarca okullarda okutulmuş bir yazardır.

Sonra basım ve yayın evi derken İzmir Kemeraltı girişinde çok büyük bir basım yayın ve dağıtım sistemi kurar. Bu arada oğlu Sedat, Ege Üniversitesi Makine  Mühendisliğini bitirmiş ve göreve başlamış iken onu görevden istifa ettirir işin başına koyar. Kızı Senar’da İktisat mezunudur eşi Orhan Önal doktor olup uzmanlık sınavını kazanınca İzmir’de çalışmaya başlarlar. Böylelikle iki kardeş güçlerini birleştirirler Bük Başım Yayın Dağıtım adı altında tüm Ege Bölgesine seslenen bir dağıtım ile matbaa işlerine girerler.

BÜK YAYIN DAĞITIM DATÇALILARIN UĞRAK YERİ VE BULUŞMA NOKTASIKöy Enstitülü Bir Yazar: A. Cahit Çete

Reşadiye Yarımadasından İzmir’e yolu düşen her Datçalının uğrak yeridir Bük Yayın Dağıtım. İnsanların o noktada haber aldığı ya da bıraktığı yerdir. Hatta her türlü maddi ihtiyaçlarını geçici bir süre için giderdiği bir sorun çözme  mekanıdır orası. Tire’de bir gün aynı zamanda kitapçı olan öğretmen kardeşim  Uğur Tamay bana sorduğu soru üzerine ben de onları çok iyi tanıdığımı söylemiştim. Uğur kardeşim, bu firma için oldukça övücü sözler sarfetmişti. 1980, 1990 ve 2000 yıllarında Bük Yayın Dağıtım onlarca insana ekmek kapısı olmuş ve yine onlarca insan o kurumdan emekli olmuştur. 

 

CAHİT ÇETE VE DÖNEMEÇ DERGİSİ

Bir zamanlar (1976 - 1990) Dönemeç gerçekten İzmir bölgesinin yazar ve çizerlerini bir araya getirmişti. Bugün yaşayanları o günlerin taptaze yazar ve şair kesimi gerçekten o yılların sanat ve edebiyat anlamında büyük bir boşluğu dolduruyorlardı. A. Cahit Çete bu gurubun maddi ve manevi destekçisi idi. Kimlerdi, Dönemeç Dergisi Kurucuları, en başta erken kaybedilen A. Rıza Ertan, Kadri Sümer, Ahmet Günbaş, Hüseyin Yurttaş ve Hidayet Karakuş. Metin Pütmek Bir de Efdal Sevinçli’yi de hatırlıyorum. Bu ekip gerçekten o yıllarda büyük işler yaptılar. Bir dergi etrafında toparlandılar. İzmir ilinde güzel örnek oldular. Yıllar sonra “Kasabadan Esinti” adı altında yılda 4 sayı olmak üzere içerik olarak oldukça değerli bir edebiyat dergisini sevgili kardeşim emekli Türkçe Öğretmeni Cüneyt Tanyeri gerçekleştirdi. Onu da bu emeklerinden dolayı tebrik ediyorum. Dönemeç Dergisi de oldukça uzun yıllar yayın hayatını sürdürdü. Yukarıda saydığım guruptaki sanatçılar da 15 yaş büyük olan  A. Cahit Çete’nin kapsayıcı  rolü unutulmamalı.

DÖNEMEÇ GURUBU BÜK’TE EĞLENİYOR

Benim de şahit olduğum bazı zamanlar içinde bulunduğum bu entellektüel gurup iki arabaya dolu dolu binerek İzmir’den Palamut Bük’üne gelir ve doya doya eğlenirlerdi. Deyim yerinde ise sabahlara kadar Saldıray’ın Dostlar Restoranında davullu zurnalı eğlencelerini gerçekleştirirler. Bu arada bu gurubun buradaki işlerini organize eden öğretmen Hasan Karakaş’tır. Hasan Hoca kendisi de balıkçılık yapmakta ve en güzel balıkları gurup gelmeden önce biriktirmeye başlar. Burada küçücük bir ayrıntıyı da anlatmam gerekir. Davul ve zurna işi için Yazı köyden emekli gümrük memuru Abdullah Ertan Alptekin’e görev verilir. O Kemeraltı Çarşısı İkinci Beyler Sokakta araştırmasını yapar. Davulu da zurnayı da alır Hasan hocaya teslim edilir.  Hasan hoca zurna çalmayı çok iyi becermekte, davul ise Abdullah Ertan Alptekin Abinin boynundadır ve bu işi çok iyi yapmaktadır. Düşünün bir kere ufak tüfek vücudu ve boynuna astığı davul yere değecek kadar yakın, ama o masaların üzerinde geziniyor. 

 Saldıray’ın mekanında en az 20 kişi bir masada akşam başlayan eğlence sabaha kadar sürmekte, sabahın ilk ışıkları ile bu insanlar sahilde veya masa başında kıvrılıp yatarlar. Kısacası evlerine gitmeye üşenirler. Bu yıllarda henüz burada turizm söz konusu değildir.  O yüzden bizler burada bazı zamanlarda sahilde de aynı eğlenceyi tertip ediyorduk. Eğlence sonucu Abdullah Ertan Abi bir görevini hatırlayıverir. Şapkasını tersine çevirir her kişi bu şapkaya gönlünden ne koptu ise atar ve doğru işletmeciye gider hesabı o öder. İlginçtir Abdullah Ertan Abi genelde hep bu topladığım paralar yetiyordu bazen de fazla bile geliyordu diyor.

Ne olursa olsun bu masada yazar çizer ve sanatçı kişilikleri ile masaya bir ağırlık kazandırıyor… sonuçta o insanlar da burada özgürlüğün ya da İzmir’in getirdiği yoğun iş ilişkilerini arkalarında bırakıp gelmiş bu insanlar çok gönülden eğleniyorlardı. A. Cahit Çete ise belki de çocukluk anlarında terk ettiği bu vatanında doyamadığı çocukluğunu bir an yaşıyor olabilir diye geliyor bana. Gerçekte benim gözlemim o şekilde oluyordu çoşku dolu bu eğlenceler. Espiriler havalarda uçuyor ve insanlar içinden geldiği şekilde çocukça eğleniliyordu. İşin bir gerçeği de Tire’de doğmuş orada büyümüş ben ise o yıllarda onlara göre daha genç olduğum için yadırgıyordum. Nasıl olur koca koca adamlar bunlar diyordum. Şimdi gün geldi bizler olduk koca adam ve o gözle o yılları değerlendiriyorum. Ne kadar da güzelmiş zurna çalmak ve de davula patlatırcasına vurmak.

Bu arada o yıllarda sadece ben değilmişim yadırgayan. Hasan Karakaş öğretmenin eşine bir gün uğrayan misafir evin bir kenarında davul ve zurnayı görünce şaşırmış ve şu soruyu sormuş. Hasan hocam acaba çingene mi? Birgül yenge, deliye döner bu soru karşısında ve zurnayı alır eline bütün gücü ile önündeki  duvara vurur. Zurna orta yerinden ikiye bölünür. Hasan hoca acilen henüz sağlam olan davulu evinden uzaklaştırır.

1980 yılları böyle güzelliklerle geçer. A. Cahit Çete işyerinde öncelikle kendi köyünden ve İzmir çevresinden en az 20 kişiye iş ve aş kazandırır. İnsanlar onun sayesinde ekmek parası kazanırlar. Yine tamamen emeklilik kararı aldığı yıllarda doğduğu köyde Fikri Karaca (Dayı)  Muhtar Kara Mehmet lakaplı Mehmet Selvili ise muhtar yardımcısıdır. Sağlık Bakanlığından bir yazı gelir Kaymakamlığa. Kaymakam da Cumalı Köy Muhtarlığına uğrayıp, bize bir yer tahsisi yaparsanız köye sağlık ocağı kazandırırız demektedir. Muhtar ve ihtiyar heyeti uygun ve köye yakın bir arazi bulmanın çok zor olduğunu görmüşlerdir. İçlerinden Kara Mehmet bir teklif ile gelir. “Benim köyümüz dışında oldukça geniş bir arazim var onu verelim” A. Cahit Çete öğretmenimize, tabi kabul ederse. Onun yerine de sağlık ocağı yaptıralım der. Fikri Karaca tesadüf bu ya: bir kaç gün sonra A. Cahit Çete birden köy meydanında gözükür. Fikri Karaca hemen arabayı durdurur ve bu ona teklifi sunar. A. Cahit Çete şiddetle karşı çıkar teklife. Eğer söz konusu bağış ise “bu bağış tarafımdan yapılır” der ve “derhal yerin  bağış işlemini başlatın” der.

Bu gün sağlık ocağı onun sayesinde hizmet vermektedir. Aslında bir kamyon şoförü olan Fikri abim ayaküstü sohbetimizde “çok ayıp ettik hocama” dedi. Bunu söylerken gerçekten  samimiyetini görüyorum. Fakat bu bağışlanamaz hata muhtarlık kurumuna aittir. Bir gerçeği ben de burada dile getiriyorum. Bu büyük insandan bu konu ile ilgili hiç bir şey duymadım. Üstelik  açılışa  davet etmediklerini duyunca, ben bu işin içinde mutlaka başka şeylerin olabileceği konusunda kuşkularım oldu. Her şeye rağmen “bu insanın bu köyde adının mutlaka geçmesini, üstelik sağlık ocağına adının verilmesini yetkililerden özellikle rica ediyorum”. Köyünüzden çıkan bu güzel insan yıllarca okullarda okutulan kitapların yazarı olsun ayrıca çocuk kitapları konusunda Türkiye çapında bir yazar. Sizlerin bu kadar sağır olmanızı nasıl açıklayabilirim?

SON SÖZÜM; SENİNLE ANILARIMIZ

Bu yazıyı hazırlarken Cumalı Mezarlığında sana uğradım. Çocukların, yazdığın bir eserini  tarihini de koyarak Şahidene aynen geçmişler. Sen İdeal öğretmen portresi çizmiştin kitabında. Aslında ben de 25 yıl bu mesleğe emek vermiş kardeşin olarak o ideal öğretmeni hep aradım. Sorguladım içimde. “Küçücük tazecik beyinlerin içine nasıl girmeli” diye sorduğum bu soruyu yüzlerce tekrarladım durdum hep. Sen bana göre ideal öğretmen tipinin ta kendisisin. Sen mezar taşına kazıtacak kadar sindirmişsin içindeki öğretmenliği. Sabah yürüyüşleri dönüşü senin evinin önünden geçerken, seni koltuğuna oturmuş denizi seyreder buluyorum. Beni gördüğünde ilk sözün dağdan gelmemin faziletlerini kısacık bir espiri ile dile getirip benim bu yürüyüşümü onaylardın. Ben ise yıllar önce senin uzun yürüyüşünden haberim olmadan, öylesine günaydın der yoluma devam ederdim. Sen artık sahilde evinde eşinle beraber yaşıyor idin. Bahçeni ekiyor ve yetiştiriyorsun. Zaman zaman uğradığımda bahçeni  gezdirirdin.

Yine günlerden bir gün kim olduğunu unuttum, birisi ile balık avlarken sahilden bizlere bağırdın, o anı çok iyi hatırlıyorum ve bana çok değer verdiğini hissettim. Şöyle bağırdığın “Hey çıkın benim tarlamdann”.  Bizler de sana el sallayıp selam verdik. Senin yaptığı bize bir şaka idi. Şaka olduğunu bile bile biz de oradan ayrılmıştık. O hep benim tarlam diyordu. Hannus ve Malaç balıkları onun için çok özel balıklardı. Bir gün tarlam dediği avlanma alanında beraber balığa çıktık. Hava başlangıçta çok iyi idi. Epey açıldık. Vardığımız nokta Halikarnas Balıkçısının bir kitabında söz ettiği bir yer imiş. Ona göre bulunduğumuz noktadan sağımızda Mesudiye’de okul ile Palamut Bükünden eski gümrük binası. Salih Reis güya uyuya kaldığı teknesinde sürüklenerek bu noktaya gelmiş. Uyanıp da oltasını atınca bolca mercan balığı yakalamış. Biz de denedik. Ancak aniden bir rüzgar çıktı. Kayığımızın motoru da çalışmadı. Ben çok korkmuştum. O ise gayet sakin kendinden emin bir şekilde kayığın küreklerine sarıldı. O kadar çok zorlanmıştık ki, kayık sanki bir adım ileri, iki adım geri gidiyordu, ben karşıda öylesine oturuyordum.  Hiç de ona yardım yapma gibi bir şansım da olmuyordu. Oysa yıllar sonra öğrendim ki o aslında çocuk hali ile 12 yaşında çıplak ayağı ile 700 km olan uzun yolun yarısını yayan olarak aşmış, güneşe doğru yolculuğa çıkmış ve bu noktaya gelmiş. Şimdi seni bir kez daha anlıyorum. Bir çift nalınla yola çıkarken  ayakların çorapla tanışmamış bir çocuk iken A. Cahit Çete her türlü yolu ve yolculuğu başarı ile geçtin, insanlara ışık oldun. Demek ki kararlı olmak  insana çok şeyler kazandırıyor. Sen çok şeyler öğrettin ve öyle terk ettin gittin…

Hoşça kal ve Işıklar içinde uyu öğretmenim.

Yazar hasan doğan

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış